Koca Ali en kalınca, en katı demirleri mısır yaprağı şeklinde incelten, kâğıt şeklinde yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşlarındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası oldukca zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Bir ihtimal devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Fakat Ali’nin yaratılışında “başkasına gönül borcu olmak” şeklinde bir sızlanmaya yer yoktu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim,” dedi. Bir gece amcasının konağından firar etti. Başıboş bir adsız şeklinde dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum’da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı şehir kalmadı. Hiç kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazanmıştır, içinde “kutsal ateş”ten bir alev bulunan her yaratıcı şeklinde, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu.