Atar insan Savaş çıkışı ile ilgili düşüncelerinizi yazınız düşüncelerinizi yazınız

Sagot :

Yaşam bir savaş değildir. Savaş bir doğa yasası, hiç değildir. Savaş insanlığın kültürel evriminin belli bir noktasında ortaya çıkmıştır, belli koşulların ürünüdür. Söz konusu koşulların değişmesiyle savaş da insanlığın yakasını bırakacaktır. Daha doğrusu, insanlık savaşı başından atacaktır. Sınıflı toplumu ve devleti de. Belki onlarla birlikte, belki onlardan önce, belki onlardan sonra. Bu, koşullara bağlı.

YAŞAM SAVAŞ MIDIR?

UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü) bilindiği gibi, !kinci Dünya Savaşı ertesinde (16. 11. 1945’de) kurulmuştu. Sözleşmesinin hemen başında şunlar söylenmektedir: “Savaşlar insanların kafasında başlar. Öyleyse, barışın savunma siperlerinin de insanların kafalarında kurulması gerekir.”

Kafalarda başlatılan savaş

Yukarıdaki söz “görece” doğrudur. 1-2 düzeltmeyle gerçekliği yansıtabilir, ama bu durumda bile gerçekliğin ancak “bir” yüzünü yansıtacaktır. Bir kez, savaş insanların kafalarında (birbirlerinden bağımsız) başlamamakta, (birilerince) başlatılmaktadır. Savaşa karar veren (uluslar değil) sınıflar, kesimler, kadrolar, yöneticiler, savaşı önce “yönetilen insanların” kafalarında açmaktadırlar. Savaş kavramını, gerek gördüklerinde, düşünceden eyleme geçirecekleri zamana dek beslemektedirler. Onu, ideoloji, eğitim, medya, propaganda kurumlarıyla, kuşaktan kuşağa geçirip sürdürmektedirler.

Gerçeğin bir yüzü budur. Öteki yüzüne bakarsanız “savaş insanların kafalarında başlar” yargısının, gerçekliği pek de yansıtmadığı görülür. Hatta bu yargının idealist felsefenin ürünü olduğu söylenebilir. Çünkü altında, düşüncenin olguyu yarattığı inancı yatmaktadır. Gerçeklikte bunun tersi geçerlidir. Savaş insanların kafalarında değil, midelerinde başlar. Daha doğrusu, savaş değil, savaşa dönüşebilen (ya da dönüşmeyebilen) savaşım, insanların midelerinde başlar. Yatıştırılamayınca, kafalarına yansır.

Öte yandan hayvanlardan farklı olarak insanlar, nesneler dünyası yanı sıra (kafalarında) bir simgeler dünyasında da yaşamaktadırlar. Nesneler dünyası ile ilgili eylemleri, önce simgeler dünyasında (karar alma süreciyle) başlar. Bu açıdan bakılınca da denebilir ki, insanlar kafalarında simgelerle sevişir, simgelerle savaşırlar. İnsanların bu niteliği, ileride ele alacağımız savaş ideolojilerinin tohumlarının ekileceği verimli bir toprak oluşturur. Bu açıdan bakılınca, savaşların kafalarda başladığı yorumu pek de yanlış görünmez.

Kartaca yıkılmamalıdır!

Romalı devlet adamı ve sensor (sansür görevlisi) Caton “Delenda est Carthago!” sözüyle tarihe geçmiştir. Caton, Roma’nın Akdeniz emperyalizmi yolunda Kartaca ile giriştiği (ve kazandığı) iki Pön Savaşı’nı haklı bulmuştu. İki yenilgiye karşın Kartaca’nın kendini toparladığını görünce, art arda alarma basmıştır: Roma’nın o günlerde gündemi ne olursa olsun, yerli yersiz kalkıp ”Kartaca yıkılmalıdır !., diye bağırmıştır. Romalılar’ı 3. Pön Savaşı’na kışkırtmıştır. Sonunda (MÖ 149’da) Roma ( Caton’un isteğine uygun olarak) Kartaca’yı 3. kez yenilgiye uğratıp kenti yıkmıştır. Kartaca halkını tutsak alıp köle olarak satmıştır. Hatta tarihçilere göre, Roma bununla da yetinmemiştir, kentin topraklarını (tarım yapılamasın diye) tuz ekip sürdürtmüştür.

İnsanlık, tarih boyunca benzeri durumlara tanık oldu. Son olarak (sonuncu olmasını umutsuzca umarak) 3. binyılın başında Batılı emperyalist devletlerin “Irak yıkılmalıdır!” çığırtkanlıklarına tanık olduk. Engelleyemedik, olanlar oldu. Benzeri yıkımların ileride de olmaması gerekir. Bu, yaratacağımız, hiç değilse, etkileyip yönlendirebileceğimiz tarihsel, toplumsal, ekonomik, siyasal, düşünsel koşullara bağlı. Bu yolda bize düşen sorumluluklardan biri, onların (kim onlar?) her fırsatta yaptıkları savaş çığırtkanlıklarına yanıt vermektir, onlara her fırsatta karşı çıkmaktır. İlk adımımız, kafalarda beslenen, yaşamın bir savaş olduğu düşüncesini yıkmaya çalışmak olacaktır.

Sosyal Darwinciler’de ve faşistlerde yaşam ve savaş kavramı

Bilindiği gibi, Charles Darwin, Türlerin Kökeni (1859) adlı yapıtında evrim kuramını ileri sürmüştü. Organik evrimin düzeneklerinden biri olarak “yaşar kalma savaşımı” (struggle for survival) kavramını ortaya atmıştı. Sosyal Darwinciler bunu “yaşam savaşı” biçiminde algılamışlardır. Böyle algılayıp insana, topluma, tarihe uyarlamışlardır (1).

İngiliz filozofu Herbert Spencer (1820-1903), Amerikan toplumbilimcisi William Graham Sumner (1840-1910) gibi Sosyal Darwinciler, Darwin’in türlerin evrimi ile ilgili (yaşarkalma, doğal ayıklanma gibi) görüşlerini insan ırklarına, toplumlara, uluslara uyarladılar. Toplumları yaşayan organizmalar sayan Sosyal Darwinciler arasından (ırkçılar gibi) tarihi bu organizmaların savaş alanı olarak görenler çıktı. ABD’nin Küba’da İspanya ile giriştiği savaşta bir İspanyol’u kendi elleriyle “bir tavşan gibi” boğazladığını söyleyerek övünen Theodore Roosevelt (1855-1919) (2) onlardan biriydi. Sosyal Darwincilikten esinlenen asker kökenli bir ırkçıydı. “Tarihte tüm büyük efendi ırklar savaşçı ırklar olmuşlardır”; “‘Oğlumu Asker Olması İçin Yetiştirmedim’ şarkısını okuyan kadın Doğu haremine aittir, Birleşik Devletler’e değil”; “Büyük uluslar yayılmaktan, büyüklüklerinin sonu geldiği zaman korkarlar” gibi düşüncelerin savunucusu oldu. Bu kafada biri (belki bu kafasından dolayı) 1900’de ABD Başkan Yardımcısı seçilmişti (3).

Böyle bir felsefe ve Sosyal Darwinci dünya görüşü, acı meyvelerini faşistlerin ve Naziler’in politikalarında ve eylemlerinde vermiştir. Gerçekten, Mussolini İtalyan Ansiklopedisi kaynağı için (l 932’de) yazdığı “Faşizm” maddesinde, savaş ve barış hakkında şunları söylemektedir:

“(Faşizm)… yaşamı bir savaşım olarak anlar … sürekli barışın yararına ve olanağına inanmaz … barışçılığı reddeder. Tüm insan enerjisini en yüksek gerilime yalnız savaş eriştirir ve kendisini karşılayacak kadar erdeme sahip olan uluslara soyluluk damgasını o vurur. Başka bütün deneyler yalancıktandır; hiçbiri_ savaştaki gibi, insanı yaşam-ölüm ikileminde [olduğu gibi] kendi kendisinin karşısına koymaz … Faşizm için İmparatorluk [emperyalizm!] yani ulusların yayılması eğilimi bir canlılık belirtisidir, tersi kokuşma işaretidir.” ( 4)

Görüldüğü gibi Mussolini’nin savaşımdan anladığı, savaştır. Ve savaş emperyalizmin bir gereğidir. Hitler de benzeri düşüncelere sahip olmuştu. Ona göre dünya gelecekte büyük savaşımlara sahne olacaktı. Dünya ondan sonra “doğa yasaları” [yani orman yasası] ile yönetilecekti. Zaten insanlık “sürekli bir savaşım” içinde gelişmişti. Sürekli barış ise “insanlığın ölümü” dernekti. Çünkü “anayasası savaşım olan bu dünyada savaşımdan kaçan kimsenin yaşamaya hakkı yok” idi. Hitler de bu sözleriyle ve “kural: yaşamak isteyen kavga etmelidir·· (5) gibi düşüncelerle Mussolini’nin ulaştığı sonuca ulaşıyordu: “Yaşam savaştır.”

Hitler, yaşamı savaş olarak gören dünya görüşünü ve bu yolda vereceği kavgasının amacını daha 1924’de açıkça bildirmişti. Cezasını çekerken Hess’e dikte ettiği Kavgam yapıtında şunları yazdırmıştı:

“Şurası muhakkak ki, ilk insan, uygarlığı, ehlileştirilmiş hayvanlardan çok basit ırklara mensup insanları kullanması sayesinde meydana getirmişti. Zayıf ırkların [savaşla] köle haline sokulmalarından sonra bu durum hayvanların başına geldi … sabanının önüne önce zayıf ırk koşuldu. Daha sonra at insanın yerini aldı. Bu olayı insanlık bakımından adi bir şey kabul etmek ancak deli barışçıların işidir.” (6)

Savaş bir doğa yasası mıdır?

“Yaşam savaştır” sözü, savaşın canlılar arasında doğal ve kaçınılmaz bir ilişki olduğu anlamına gelir. Başka bir deyişle, bu anlayışa göre savaş bir doğa yasasıdır. Oysa özgül anlamıyla savaş, insan topluluklarının, başka yollarla ulaşamadıkları (ya da barışçı yollarla ulaşmak istemedikleri) amaçlarına ulaşmak için, karşılarında engel olarak gördükleri topluluklara, topraklarını, mallarını ve canlarını ele geçirmekten yok etmeye dek varabilen örgütlü şiddet yoluyla istençlerini (iradelerini) dayatarak (boyun eğdirerek) ulaşma yolunda kurumlaşmış bir tutumdur.

Bu anlamıyla ne bitkiler ne de hayvanlar dünyasında savaştan söz edilebilir. Dolayısıyla, genel olarak, yaşamın bir savaş olduğu söylenemez. İnsanlar dünyasında bile, bir topluluk içinde insanların birbirlerini yaralayıp öldürmeye varabilen (kavga denmesi gereken) ilişkileri savaş değildir. Topluluklar arasında, kalıcı olmayan sorunlardan patlak verip, kurumlarla değil, geçici örgütlenmelerle yürütülen kavgaların savaş olduğu söylenemez. Söz konusu toplulukların eli silah tutan tüm üyelerini kapsasa bile, bu tür çatışmaların savaş sayılmaması gerekir. Çünkü savaş “kurumlaşmış” bir insan ilişkisidir. Ve savaşçı ilişkiler, ileride açıklanacağı gibi, eşitlikçi ilkel topluluklardan çok sınıflı uygar toplumlara özgüdür.

“Yaşam savaştır” sözü ile özgül anlamıyla savaş değil “savaşım” ya da (ve de) “kavga” amaçlanıyor olabilir. Bu anlamda bile yaşamın bir savaş, bir savaşım, bir kavga olduğu gibi akla yatkın görünen yargı, bakalım gerçekliği (doğru) yansıtmakta mıdır? Bunu anlamanın yolu, söz konusu yargının (varsayımın) tarihsel ve güncel olguların sınavından (testten) geçirilmesidir.

Hayvanlar dünyasında yaşam savaş mıdır?

Bitkiler dünyasında yaşamın savaş olup olmadığını sormak bile saçmalıktır. Bitkiler arasında Darwinci anlamıyla “yaşarkalma yarışı” ya da “yaşarkalma savaşımı” bulunduğu sözleri mecazi (alegorik, benzetmeci) deyişlerdir. Başka bir deyişle, gerçekliği (doğru) yansıtma amacının ürünü olmaktan çok, edebi (güzel!) söyleyişlerdir. Çünkü “yarışma” ya da “yaşarkalma” (survival, yaşamda kalma) da bilinçli, erekli davranışlardır. Dolayısıyla ancak erek üretecek düzeyde organsal farklılaşmaya uğramış (bozmaddesi oluşmuş, gelişmiş beyinli) hayvanlarda görülür.

“Öyleyse Serengeti savanalarında yaşam savaş mıdır?” Belgesellerde yansıtıldığına göre öyle görünüyor. Buradan tutturularak ve tarih kitaplarının sayfalarım dolduran olaylar anımsatılarak bir genelleme yapılıyor. Yaşamın (insanları da içererek tüm canlılar için) bir savaş olduğu sonucuna ulaşılıyor. Bu sonuca dayandırılan bir dünya görüşü, sıradan (daha doğrusu sıradanlaştırılmış) insanların aklına ters düşmüyor. Onların kişisel ve toplumsal yaşam deneyimleriyle çakışıyor. Hatta düşçü değil gerçekçi bir tutum olarak görünüp insanların hoşlarına gidebiliyor.

Bilim, insanların günlük deneyimlerine uymayabilen, olguların genelinde ve derininde yatan gerçekleri (neden-sonuç ilişkilerini) ortaya çıkartır (7). Kuşaklar boyunca insanlara düz bir tepsi gibi görünen yeryüzünün top gibi yuvarlak olduğunun ortaya konması, bunun güzel bir örneğidir. Hayvanlar dünyasıyla ilgili gözlem, deneyim ve bilgilerimizden farklı olarak onlar hakkındaki bilimsel bilgilerde de durum böyledir. Hayvanlar dünyasında (bile) yaşam Sosyal Darwinci dünya görüşünde ileri sürüldüğü gibi değildir. Ucuz felsefelerde formülleştirilen, sıradan “halk felsefesi” diyebileceğimiz görüşlerde benimsendiği gibi yaşam savaş değildir. İnsanlar dünyasında, Hitler’in Kavgam yapıtında dediği gibi insan hayvan ayırt edilmeksizin “dünya en uygun olanın yaşadığı ve en güçlünün hükmettiği bir yabanlar ormanı” (8) değildir. Hele insanlar dünyasında bir yaratığın başka bir yaratığı yiyerek yaşadığı. güçsüzün ölümünün güçlünün yaşamı anlamına geldiği bir arena hiç değildir.

Ya hayvanlar dünyası genelinde yaşamın, Serengeti belgeselinde aslan-ceylan ilişkisinde örneklendirildiği gibi “amansız bir savaş olduğu” görüşü bilimsel bir gerçeği yansıtmakta mıdır?

Bunun böyle olmadığı (genel, evrensel, değişmez bir gerçek, bir doğa yasası oluşturmadığı) canlılar dünyasına bir bütün olarak bakıldığında anlaşılacaktır. Genel gerçek ancak bilimsel bir yaklaşımla (organik evrim sonucunda) çokhücreli hayvan türlerinin çıkış koşullarına bakılınca görülebilir. Bu gerçek, günümüzde, canlılar dünyasında yaşam çemberinin dönüşünde hayvanların konumuna bakılınca da anlaşılabilir.

Hayvanların evriminde otoburluk etoburluk

Yaşam, yeryüzünde, zamanımızdan 3-4 milyar yıl kadar önce, tekhücreli canlılar olan bakterilerle başlamıştır. Bazı tekhücrelilerin evrimiyle gelişen çokhücrelilerden bazıları ise, zamanımızdan 1-2 milyar yıl kadar önce yaşamlarını fotosentezle sürdüren bitkiler biçimini almıştır (9). Bu tarihlerde yeryüzünde henüz hayvanlar yoktu. Çünkü atmosferde yeterli serbest oksijen bulunmamaktaydı. Bitkiler yapılarına aldıkları karbondioksit ve sudan, güneş ışınlarının katalizörlüğü (fotosentez) ile şeker (karbonhidrat) oluştururken bu tepkime sonucunda serbest oksijen açığa çıkmaktaydı:

Güneş ışınları+ C02+ H20 -> C2 (H20)x ve 02

Bitkilerin çoğalıp yeryüzünü kaplaması boyunca milyonlarca yıl süren fotosentez süreçleri sonucunda açığa çıkardıkları serbest oksijen atmosferde birikti. Serbest oksijen oranı canlıların hayvan formlarını alabileceği düzeye ulaşınca, hayvanlar, zamanımızdan 1 milyon yıl kadar önce yeryüzünde göründüler. Hayvanlar, bilindiği gibi, yaşam enerjilerini bitkilerden sağlanabilen şekeri oksijenle yakarak elde ederler:

C2 (H20)x + 02 -> enerji + H20 + C02

Bu tepkime sonucunda, formülde görüldüğü gibi, su ve karbondioksit açığa çıkar. Bunun konumuz bakımından anlamı, hayvanların doğa yasalarına uygun olarak bitkilerle beslenebilmesidir. Başka bir deyişle, yaşamlarını sürdürmek için öteki hayvanları yemek zorunda olmamalarıdır. Böyle bir genel zorunluluğun olmadığı (bu yolda doğa yasasının bulunmadığı), yaşam çemberinden de anlaşılabilir:

Yaşam çemberinde hayvanların yeri

Görüldüğü ve bilindiği gibi, bitkiler fotosentez sonunda oksijen açığa çıkarmaktadırlar. Hayvanlar, bitkilerden elde edebilecekleri şekeri (karbonhidratları) oksijenle yakarak enerjilerini sağlarken havaya karbondioksit salmaktadırlar. Bitkiler, havadan sağlayabildikleri karbondioksit ile yerden sağladıkları suyu, güneş ışınlarının etkisiyle sentezlerken şeker oluşturup oksijen salmaktadırlar. Böylece yeryüzündeki yaşam döngüsü tamamlanmış olmaktadır. Bunun anlamı ise, yaşam çemberinin dönmesi için de, hayvanların, besinlerini ve enerjilerini (şekeri) öteki hayvanları yiyip sindirerek sağlamaları zorunluluğunun bulunmamasıdır.

Doğanın genel gerçeği (doğa yasası) budur. Ama biz havada, karada, suda bazı hayvanların öteki hayvanları avlayarak beslenip yaşamlarını sürdürdüklerini de görüyoruz. Bu doğaya, doğa yasalarına aykırı bir durum mu? Hayır, doğanın özel koşullarda ve yaşamın bazı alanlarında geçerli özel yasasıdır. Nedir bu özel koşullar?

Etoburluğa yol açan mutasyonlar

Etçil denen hayvanlara bakın: Hepsinde avlarını yakalayıp, yiyip sindirecek (pençe, gaga, diş gibi) organlar gelişmiştir. Görünürdeki gerçek, bu organların avlanmalarını ve beslenmelerini sağlama amacına yönelik olarak geliştiğidir. Bu anlayışın dinsel biçimi, yaradanın onlara, beslenmelerini sağlamak amacıyla bu organları bağışladığı inancıdır. Başka bir deyişle, yaratıcının her bir canlının beslenmesi (nasibi) için bir başka canlı yaratmış olmasıdır. Böylece yaradan, bitkileri hayvanların beslenmesi için, hayvanları insanların beslenmesi (insanlarca avlanması) için yaratmıştır. “Ya insanları, onlarla hem canlıyken hem öldükten sonra beslenen virüsler, bakteriler (mikroplar) için mi yarattı?”

Bir hayvanın beslenmesi ve yaşaması için bir başka hayvanın ölmesi gerekliyse, zorunluysa, “yaşam savaşı” gibi kavramlar, “yaşam savaştır” gibi yargılar bize doğru gelebilir. Oysa bu yargılar bilimsel düzeyde doğrular değildir. “İnsanlar mikropların beslenmesi için mi yaratıldı?” sorusu, söz konusu yargının genel doğruları yansıtmadığı yolunda aklımızı başımıza getirmeli. Yaradanın insanları mikropları beslemek “amacı” ile yarattığını aklı başında kim ileri sürebilir?

Sorun “amaç” kavramında düğümlenmektedir. Organik evrim, “giderek daha yetkin canlı formlarına ulaşma amacı” yönünde bir gelişme değildir. Evrim kuramında ileri sürülüp, genetik biliminde gösterildiği, biyoteknolojide kanıtlandığı gibi, genlerde “mutasyon” denen nedensel değişikliklerin ürünüdür. Bilindiği gibi, bir mutasyon, bir canlıda, canlının mutasyona uğrayan genin denetlediği organında ya da bir biyokimyasal işlevinde değişmeye yol açar. Söz konusu değişiklik, kırk yılda bir bile olsa o canlının yararına sonuçlar verirse, o gen ve o genin denetlediği organ, işlev, o canlının üremesiyle soylarına geçer, zamanla o canlının topluluğuna (popülasyona) yayılır.

Boynuz örneğini ele alalım: Boynuzsuz ya da küt boynuzlu bir canlı türünde bir mutasyon sivri boynuz yol açtı diyelim. Olanlar, olacaklar nedir bakalım: Nedensel mutasyon önce gelir. Canlı, o mutasyonun kazandırdığı organını, sınama ve yanılma yoluyla, amaçlı kullanmayı sonradan öğrenir. Canlının davranışı değişir. Kuşaklar boyu süren bu değişiklik, söz konusu canlının söz konusu (değişen) organıyla bağıntılı öteki organlarında, o organla etkileşimine uyum sağlayan yeni değişikliklere (mutasyonlara) yol açabilir.

Sonuç olarak, ben diyorum ki, bazı hayvanlarda oluşan mutasyonlar, onlara saplanıcı, parçalayıcı organlar, söz gelimi diş, pençe gibi silahlar kazandırmıştır. Bu organların sağladığı olanakları zamanla kavrayan hayvanlar, besinlerini, bitkiler yerine öteki hayvanlardan sağlama yoluna girmişlerdir. Öteki organları da buna göre değişme (uyarlanma) göstermiştir. Örneğin otçullarda görülen, güç sindirilen bitkisel besinlerin özümlenmesi için gelişmiş uzun incebağırsakların yerini, etçillerde kısa bağırsaklar almıştır. Bu ve benzeri değişikliklerle o hayvan, etle beslenmeye uyarlanıp, bitkilerle beslenmede zorlanan bir fizyolojiye sahip olmuştur. Bu gerçekten konumuz adına çıkarsanabilecek sonuç, kartalın avcı, güvercinin av konumunu Tanrının yazgısına, doğanın “yaşam savaşı” yasasına değil gagalarının, pençelerinin iriliklerini, farklılığını sağlayan mutasyonlarına borçlu olduklarıdır.

SAVAŞ AÇISINDAN İNSANLIĞIN TARİHÇESİ

Savaşı insanlık tarihi içine oturtabilmek için insanlık tarihine hızla göz atmak gerekir. Bunu kuşkusuz ancak savaş ile ilgili olguları seçip sıralayarak yapabiliriz. Bu bize aynı zamanda savaş olgusunu tarihsel bir perspektif içerisinde değerlendirebilme olanağı sunacaktır.

OTOBURLUK ETOBURLUK AÇISINDAN İNSANIN ORGANİK EVRİMİ

Etçil hayvanlar gibi avlanmaya yarayan organlara sahip olmayan insanların (otoburlukları yanı sıra) etobur olmaları neyle açıklanabilir? İnsanların etobur davranışları, özetlediğim evrim şemasına uygun düşmeyen “acayip” bir durum göstermektedir. İncebağırsaklarının aynı irilikte etçillerinki gibi kısa (5 metre kadar) olmayıp, uzunluğu (10 metreyi aşması) bu acayipliği pekiştirmektedir. Bunlara bir de, körbağırsağın nasıl açıklanacağı eklenince, durum kördüğüm olmaktadır.

Bu, gene de açıklanamayacak bir durum değildir. İnsanların fırlak kazık dişler, hançer biçimli pençeler gibi doğal silahları yoktur. Ama bu organlara benzer araçlar yapmış, el baltası, mızrak gibi yapay silahlar geliştirmişlerdir. Dolayısıyla etoburlukları, organik evrimlerine değil, kültürel evrimlerine dayanmaktadır. Tüm bu bilgilerin konumuzla ilgisi ne? Konumuzla ilgisi, insanların savaşçılık geleneklerinin doğaya, organik evrimlerine değil, kültürel evrimlerine dayandığını göstermesidir. İnsanların savaşçılıklarının köklerinin, yaşadıkları avcılık ve toplayıcılık dönemine dayanmasıdır. Savaş olgusunu tarihsel perspektif içinde kavrayabilmek için, onları araç yapma (kültürel evrim) noktasına getiren organik evrimlerine (özetle) bakılmalı. Sonra onları bu noktadan alıp, dünya savaşlarına götüren kültürel evrimleri üzerinde (yeterince) durulmalı.

İnsanın organik evrimi ve otoburluk

Fosilbilimin ipuçlarına göre, bugün için, insanın en uzak hayvan atasının ağaçsivrifaresi adı verilen bir kemirgen türü olduğu varsayılıyor. Orman tabanındaki yumuşakçalarla beslenen bu canlı, 70 milyon yıl kadar önce ağaçların üzerinde yaşamaya başlamış. Ağaç yaşamında geçirdiği 50 milyon yıl kadar süren evrimi sonucunda otobur bir maymun olarak ağaçtan savana yaşamına inmiş. Ramapithecus adı verilen, zamanımızdan 15 milyon yıl kadar önce görülen bu canlı ya da ona benzer bir tür (Şivapithehus) savanada etçillere karşı kendini savunma yollarını aramış. Bir “insanımsı” (hominoid) sayılan bu tür, zamanımızdan 5 milyon yıl kadar önce başka bir türe evrilmiş. Arada sırada dikilen, doğada nesneleri araç olarak kullanabilen, “insansı” denen kuyruksuz maymun cinsinin türlerine dönüşmüş. Üç milyon yıl önce dikilmesi sonucunda özgür kalan elleriyle araç yapmaya başladığı anlaşılıyor. Bu ender canlının fosillerine verilen ad Homo (insan) cinsi. Homo cinsinin ilk türü; 2,5 milyon yıl kadar önce görülen Homo habilis. Çağdaş tipte insana varan evrimin bir sonraki basamağında (2 milyon yıl önce) Homo erectus var. Bir milyon yıl önce ise, bugünkü insan türünün arkaik tipi Homo sapiens görünür.

Kültürel evrime geçiş ve etoburluk

Tüm bu evrim süreçlerinde konumuz bakımından önemli gelişmelerden biri şudur: Canlılar arasında 1 milyar yıl kadar önce görülen cinsel yolla üremenin beş milyon yıl kadar önce belirginleşen bir yan ürünü olarak, erkeğin dişiden daha iri olması. !kincisi, yakın hayvan atalarımızın savana koşullarında yırtıcı hayvanlara karşı kendilerini savunma sorunu. Bunun için el baltası, mızrak gibi araçlar geliştirmiş olmalılar; bunlar ileride av silahı, daha sonra savaş silahı olarak kullanılacak araçlara dönüşeceklerdir. Üçüncüsü, yırtıcı hayvanların bıraktıkları leşlerle beslenmek zorunda kalmış olmaları olasılığı. Otobur fizyolojisiyle avlanmaya başlamaları, etin tadını alacakları böyle bir geçiş evresi varsayımını gerektirmektedir. Olasılıkla, etçillere karşı savunma araçlarını gittikçe geliştirmişlerdir. Öyle ki bir gün kendilerini, savunma konumundan, örgütlü takım yapıları sayesinde saldırıya geçebilecek güçte görmüşlerdir.

AVCILIK VE SAVAŞÇILIK AÇISINDAN İNSANIN KÜLTÜREL EVRİMİ

İlk insan topluluklarını (bıraktıkları fosillere ve araçlara bakarak) avcı ve toplayıcı bir yaşam biçimi geliştirmiş canlılar olarak görürüz. İnsan artık, yırtıcı bir hayvan olma yolundadır. Bu yolda doğanın (organik evrimin) esirgediği organların işlevini gören araçlarla, eksiğini tamamlamıştır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: İnsanın avcı olması, av geleneğinin kendi türünden canlılara yöneltilmesiyle (ilerde) savaşçı olarak görünmesi, bir doğa yasasının ürünü değildir. Avcılığı, değişen yaşam koşullarına göre oluşan kültürel evrimin sonucudur.

Leşyiyicilikten avcılığa

İnsanın ilk araçlarının (el baltası ve sivri sopa) aynı zamanda ilk av silahlarına, giderek savaş araçlarına dönüşeceğini belirtmiştim. İlk insan topluluklarının savunma silahlarını geliştire geliştire kendilerini saldırıya geçebilecek konumda buldukları da belirtilmişti. Böylece insan (aç kaldığında bile olsa), leş yerine hayvanları avlayarak taze ve bol et yeme yoluna girmiş görünür.

İnsanın geçimini sağlama yolunda, toplayıcılık yanı sıra avcılık önem kazanınca, ortaya avcı ve toplayıcı yaşam biçimi çıktı. Cinsel farklılaşmanın uzantısı olan bir olguyla, kadınlar toplayıcılıkta kalırken erkekler avcılığı üstlenmişlerdir. Bu, erkeklerin fizik güçlerine bir de silah gücünü eklemiştir. Ayrıca, toplayıcılıktan farklı olarak avcılık, kolektif bir etkinliktir. Yukarı Paleolitik uzman avcılık döneminde ise koşullar iri, otobur memeli avında uzmanlaşmayı, planlamayı, eşgüdümünü, dolayısıyla önderliği gerektirmiştir. Ancak, bu noktada önderlik avla sınırlıdır. İleride (savaş gibi) av dışı alanlara yayılacaktır. Bu yoldaki gelişmeler, erkek cinsin kültürel evrimine, dolayısıyla kültürel geleneğine, örgütlenme ve önderlik avantajını eklemiştir. Bunlar, ileride örgütlü, önderli kavgalar olan savaşa Yaracak yönde atılmış ilk adımlar sayılabilir. Savaşın erkek işi olmasının kökleri bu olgulara dayanır.

Avcı bir topluluk için, beslendiği hayvanların (hele kıtlık durumlarında) bir yırtıcı ya da başka bir topluluk tarafından avlanmasının pek farkı yoktur. Avcı topluluklar (çağdaş ilkellerde kafatası avcılığının gösterdiği gibi) başka topluluğun insanlarını da avlanacak yırtıcı hayvanlar gibi görmeye eğilimlidir.

Avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe

Son Buzul Çağı’nı sona erdiren koşullar, iri otobur memeli sürülerinin çoğunu vurdu, yok etti. Kalanların buzullarla birlikte kuzey enlemlerine çekilmesine yol açtı. Onlardan günümüze Laplar, Eskimolar, Yakutlar gibi, sürülerle birlikte kuzeye göçmüş olan halklar kaldı. Kuzeyde, göçmeyen Avrasya toplulukları toplayıcılık ağırlıklı eski yaşam biçimlerine dönmüş görünürler. Daha kurak koşullar içinde kalan Ortadoğu toplulukları ise, geçim yolunu değiştirmişlerdir. Geçimlerini bölgenin yayılım gösteren yabanıl tahıllarını devşirmeye bağlamışlardır.

Geleneksel olarak bitkisel besin toplayıcılığını üstlenen kadınlar (zamanımızdan 10-15 binyıl kadar önce) yabanıl tahıl devşiriciliğinde uzmanlaşmışlardır. Yabanıl tahılları sulama, çapalama derken, onları uygun yerlere ekmeye başlamışlardır. Böylece insanlığı, toplayıcılıktan üreticiliğe geçirmişlerdir.

Üretim, ekilen toprakların yanında yerleşmeyi (köyleri) getirmiştir. Bitkisel besin üretiminde başrolü kadınlar oynamışlardır. Erkekler, tarımla gelen sap saman gibi artıkların sağladığı olanakla hayvanları evcilleştirmişlerdir. Bunu, gelişigüzel avlanmaktan vazgeçerek başarmışlardır. Onları ağıllarda, ahırlarda besleyip, canları istediklerinde (acıktıklarında) “avlamak” için kendilerine tutsak etmişlerdir. Özetle, köylerde, kadınlar elde çapa çiftçilik, erkekler (bugünkü gibi) elde sopa çobanlık yapmışlardır.

Tarlaya dönüştürmek için emek dökülen, emekle sürülüp ekilen topraklara av alanlarından daha çok sahip çıkılacaktır. Tarlalara ya da tarla ürünlerine yönelik (avcılarca ya da öteki çiftçilerce) bir saldırıya karşı onları (köyleri) “savunmak” (silah onlarda olduğuna göre) erkeklere düşecektir. Hayvanları avlamakta kullandıkları silahlarını ve bilgilerini insanları avlama yolunda kullanmakta duraksamayacaklardır. Buna karşılık kadınların, değil silaha sahip olması, silahlara dokunmaları bile (çağımızın bazı ilkel topluluklarında da görüldüğü gibi) tabu sayılacaktır.

Çiftçilikten çobanlığa

Bitkisel ve hayvansal besin üretiminin birlikte yürütüldüğü çiftçi yaşam biçimi, avcılıktan daha yorucudur. Ancak, gerek tahıllar gerek canlı hayvanlar, insanlara gelecek güvencesi sunmaktadır. Bu nedenle olsa gerek, yerleşik çiftçi yaşam biçimi hızla yayılır; tarıma uygun yabanıl tahıl bölgesini ve çiftçiliğe en uygun toprakların bulunduğu bölgeleri aşar. Ortadoğu’nun çiftçiliğe en uygun bölgesinin güneyinde çöller, kuzeyinde bozkırlar vardır. Güneydeki çöller, zamanın tarım aracı olan çapayla işlenmeye uygun (gevşek) topraklardır. Ancak buralarda yağış yetersizdir. Kuzeydeki bozkırlarda yağış bol, ama toprak elverişsizdir; otlarla, köklerle kaplı olup, çapayla işlenemeyecek denli sıkıdır. Ama her iki bölgede de hayvansal besin üretimine uygun uçsuz bucaksız otlaklar (bozkırlar) uzanmaktadır.

Buralardaki topluluklar, giderek hayvansal besin üretiminde uzmanlaşmışlardır. Yerleşik çiftçi yaşamını bırakıp göçebe çoban yaşamına geçmişlerdir. Buralara komşu bölgelerdeki avcılar da çiftçiliği değil çobanlığı benimsemişlerdir. Sonuç, insan topluluklarının farklılaşması, yerleşik çiftçi yaşam biçiminin yanında göçebe yaşam biçiminin gelişmesi olmuştur.

Çiftçi ve çoban yaşam biçimleri (ikisinde de üretici ekonomi bulunmakla birlikte) birbirinden oldukça farklıdır. Çiftçi “yerleşik”, (hem bitkisel hem hayvansal besin ürettiğinden) “kendine yeterli”, köyü ve ürünü savunmada kalan, görece “barışçı”, görece “güvenli” bir yaşam biçimine sahiptir. Çoban topluluklar göçebe, (bitkisel besin kıtlığı çektikleri için) “kendilerine yetersiz” gruplardır. Aynı zamanda otlaklarını ve sürülerini çok kısa sürelerde yitirebildikleri için yaşamlarının “güvensiz” olduğu söylenebilir. Sonra göçebe çobanlar (sürülerini ve otlaklarını savunmak ya da sürü ve otlak ele geçirmek için) “savaşçı” (militarist) bir yaşam biçimini sürdürmektedirler. Bu topluluklarda (sürünün yönetimi ve savunulması erkeğe düştüğü için) erkeğin ağırlığı daha fazladır. Bu nedenle çoban toplulukların ataerkil kültürü zamanla “militarist” nitelikler kazanmıştır.

Çobanlıktan askerliğe

Tarlaların sınırlan belli, otlaklarınki belirsizdir. Dolayısıyla, otlakların ele geçirilmesi ve elde tutulması, göçebe çoban topluluklar arasında kavgalara yol açabilir. Ayrıca sürü, salgın hastalıklara açıktır. Beş on yılda oluşturulan bir sürü, bir salgın hastalıkla beş on günde yok olabilir. Bu durumda, çobanlıktan başka iş bilmeyen bir topluluk, öteki çobanların sürülerini kaçırmak isteyecektir. Sorunun bir başka çözümünü, çiftçilerin ambarlarını yağmalamakta görecektir.

Çoban toplulukların bitkisel besin eksikliklerini, sürü ürünleriyle değişme karşılığında çiftçilerden sağlama yolları (barışçı ticaret olanakları da) pek açık değildir. Çünkü çiftçi topluluklar kendilerine yetecek kadar hayvansal besin de üretmektedirler. Çobanlar “ne yapalım, değişmek istemiyorlar” diye boyunlarını bükecek değildir. Barışçı yollarla sağlayamadıklarını savaşçı yollarla sağlamayı sınayacaklardır. Bu sınavı genellikle başarıyla verirler, çünkü yaşam biçimleri savaşçılığa yatkındır. Kereste, maden, at gibi savaş araçları kaynaklan bölgelerinde (tekellerinde) bulunmaktadır. Bu yüzden çiftçilerle savaşçı ilişkilerinden genellikle ellerinin kanı ama “yüzlerinin akı” [?] ile çıkacaklardır.

Talandan vergiye

Kadınların yabanıl tahılları evcilleştirerek insanlığı üretime geçirmesi üzerine, erkekler de avladıkları hayvanları besleyip güderek evcilleştirmişlerdi. Erkekler silahlarını tarlaları, köyü, ambarları koruma yolunda insanlara karşı da kullanmaya başlamışlardı. Göçebe çobanlık başladıktan sonra ise, çiftçi-çoban topluluklar ilişkileri, barışçı yollardan çok savaşçı yönde gelişmişti. Bu gelişme sonucunda, bir önceki (üretim öncesi) dönemin avcılarının bir sonraki (üretim sonrası) dönemde savaşçılara (askerlere) dönüştüğü görülecektir. Şöyle ki, çoban-çiftçi savaşçı ilişkilerinin dört evreden geçerek insanlığı eşitlikçi ilkel topluluktan sınıflı, eşitsizlikçi uygar topluma geçirdiği görüşündeyim: Birincisi “talan” evresidir. Çobanlar, ambarlarını yağmalama girişimlerine direnen çiftçileri öldürürler, köyü yakıp yıkıp talan ederler. Bunun altın yumurtlayan tavuğu boğazlamaya benzediğini (zamanla) anlarlar. Anlayınca, tutum değiştirir, yağmacılığa geçerler. Öyleyse ikincisi “yağma” evresidir. Yağma evresinde talandan kaçınırlar. Üretimi gelecek yıllarda sürdürmeleri için çiftçileri öldürmemeye çalışırlar. Ürünlerinin hepsini almamaya özen gösterirler. Ancak, böyle davranan çoban topluluklara karşılık böyle davranmayalar da çıkar. Onların, kendilerinin öteden beri yağmalamaya geldikleri köyleri talan etmelerine izleyici kalamazlar. Talanı önlemek için köylüleri korumaya başladıklarında üçüncü evre “haraç” dönemi başlamış demektir. Haraç, bu korumanın karşılığı olarak (haklı) görülüp haklı gösterilir. Zamanla belli bir orana bağlanır. Haraç alan ”asker” topluluk, haraca bağladıklarını daha iyi koruyabilmek için onların yanına yerleşir ki bu “fetih ve tabakalaşma” demektir. Artık, koruma karşılığında diye, belli oranda ve belli zamanlarda toplanan haraçlara “vergi” diyebiliriz. Böylece devlete varılan yolda (dördüncü evreye), “vergi” evresine ulaşılmıştır. Göçebe çoban topluluk, yerleşmekle birlikte, çiftçilik yapmaya yanaşmaz. Buna yanaşmadığı gibi, çobanlığı da çiftçilere yıkabilir. Yönettiği çalışan çiftçiler üzerinde, çalışmayan, topraklara (“fetih hakkı” [?] ile) sahip çıkan konuma geçer. Topraklarını bazen korumak bazen genişletmek için örgütlü, planlı, kolektif kavgalara yani savaşlara girişen asker, yönetici sınıfa dönüşmeye başlar. Ayrıca içte, sömürülen üreticilerin ayaklanmasını önlemek ya da bastırmak, üretimi azaltacak kavgaları engellemek, yatıştırmak için kolluk görevi üstlenir. Sınıf kavgası alevlenince de “iç savaş” başlar. Kavga durumu süreklilik kazanır. Egemen sınıf, savaş ilişkilerini yürütecek uzmanlaşmış organlar, kurumlar geliştirir. Böylece gerçek anlamında savaş, insanlık tarihine girmekle kalmayıp yoğunlaşmış ve kurumlaşmış olur. Kolluk güçlerinin bazı etkinlikleri bir bakıma iç savaşın zamana yayılmış az yoğun biçimidir. Bu yolda silah kullanmanın devlet tekeline alındığı noktaya dek varılır.

Şeflikten devlete

Fetih, tabakalaşma (ürünün belli bir oranı olarak saptanmış haraç olan) vergi, ilkel topluluktan eşitsizlikçi uygar topluma ve şeflikten devlete geçişin gerekli koşullarıdır. Ama bunlar kalıcı bir devletin koşulları değildir. Çünkü göçebe çoban aşiretlerin yerleşik çiftçi (köylü) topluluklar üzerindeki egemenliği kalıcı olmayabilir. Çiftçilerin ürettiği artı ürüne (surplus) el koymasına varan bir fetih ve tabakalaşma, küçük çapta kaldığı sürece geçici olur. Yüz yüze insan ilişkileri (topluluklar arası evlilikler, dostluklar vb. yollarla) sömürü ilişkilerini aşındırır. Birkaç kuşak sonra, haraç alan çobanların da sabanın sapma yapışıp üretici çiftçilere dönüştükleri görülür.

Ama fetih (bir göçebe çoban kabileler federasyonu olarak örgütlendirilmiş) büyük bir akın sonucunda görülmüşse sonuç farklıdır. Hele (vadideki bütün köyler gibi) geniş bir alan üzerinde gerçekleşmişse, tabakalaşma kalıcı nitelik taşıyabilir. Çünkü bu durumda sömürenler, üreticileri, örgütledikleri aracılar kanalıyla sömürme yoluna başvururlar. Ve aracılar (çiftlik kahyalarının durumunda olduğu gibi) fatihlere sorumludurlar. İşlerinden olmamak için (sömürülenler kendi halklarından bile olsa) sömürü oranını düşürmemeye çalışırlar. Böylece sömürü ve tabakalaşma süreklilik kazanıp kurumlaşır.

Uygar toplumun ve devletin doğuşu için bu “yeterli koşullar” ilk kez MÖ 4. binyılda gerçekleşmiş görünür: Gerilerinde, tarihe göçebe çoban topluluklar federasyonu olduklarının ipuçlarını bırakmış olan Sümerler dağlardan vadiye inerler. Mezopotamya Vadisi köylerini fethedip haraca (ve angaryaya) bağlarlar. Nüfuslarının zamanla artışına koşut olarak, el koydukları artı ürünü artırmak zorunda kalırlar. Bunun için, köylere angarya salıp, emekçi orduları kurarak vadide yeni toprakları kanal, baraj, set, akaçlama sistemleri yaptırarak) sulu tarıma açarlar. Böylece artan üründen ve verimden aktarılan büyük toplumsal artılar, uygarlığın tekerleğini döndüren enerjiyi sağlayacaktır. Taşkın ovasında su denetleme işleri, angarya yolu ile sağlanan çok sayıda emekçinin ve karmaşık işlerin örgütlenmesini gerektirir. İş yönetimi de, insan yönetimini zorunlu kılar. Giderek, fatih topluluk içinde de işi işleri ve insanları yönetmek olan bir kesim (kadro) oluşur. Bu tam zamanlı uzman yöneticilerle, toplumdaki çalıştıran-çalışan farklılaşmasının üzerine bir de yöneten-yönetilen farklılaşması (siyasal farklılaşma) binmiş olur.