CÜMLENİN ÖGELERİNE AYIRIRMISINIZ
ama, eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi. Hiç olmazsa

bir iki buçuk liralık koparmalıydı.

Kâtip de nedense ortalıkta görünmüyordu. Belki bir saate

yakın bekledi, odasının kapısını açıp açıp içeri baktı, kimsecikler yoktu. Nihayet oradan geçen kamarotlardan birine sordu.

Beyaz ceketli delikanlı:

"Süvarinin kamarasında, ama yanma giremezsin, işleri

var!" dedi. İsmail yarım saat kadar daha bekledi. Sonra korkak

adımlarla yukarıya çıktı. Her merdivenden sonra beş on dakika

bekliyor, daha ileri gitmeye cesaret edemiyordu. Nihayet kaptan köprüsüne kadar çıktı. Hemen merdiven başında, telgrafın

yanında kazık gibi durdu kaldı. Süvarinin beş altı adım ilerideki kamarasından sesler geliyordu. İkinci kaptanın ince, titrek

sesi, süvarinin boğuk, yırtık bağırışlarına karışıyordu; içeride

oldukça ateşli bir münakaşa vardı. Ara sıra birisi masaya vuruyor, kapı aralanıyor, birisi dışarı çıkmak istiyor, sonra kolundan

yakalanıp içeri çekiliyordu. İsmail biraz durduktan sonra, bir

korkuya kapıldı, hemen geldiği gibi dönüp gitmek için merdivene ayağını attı. Fakat bu sırada kamaranın kapısı arkasına

kadar açıldı. Geriden vuran sarı ışıkta kaptanın kısa, tıknaz vücudu göründü, İsmail bir ayağı merdivende, korkudan taş kesilmiş gibi kaldı. Kaptan ön tarafa, ona doğru yürüyordu. Birkaç adım daha atınca yanma geldi. Hırsla soluyor, homurdanıyordu. Islak gözleri karanlıkta daha küçülmüş gibiydi. Orada

birisinin durduğunu görünce, kim olduğunu tanımadan koluna yapıştı. Boğulur gibi kısık bir sesle:

"Görmüyor musun köpoğlularmı... Beni kafeslemeye bakıyorlar!" diye söylendi.

Bu aralık kapıda ikinci kaptanın sarı başı göründü:

"Süvari Bey, bir dakika teşrif buyurun!" diyordu.

Süvari o tarafa dönüp bağırdı:

"Bırak efendim, ne halt ederseniz edin, ben yokum bu işte!"

Sonra tekrar İsmail'e döndü, yumruğuyla göğsünü döverek:

"Bütün mesuliyet benim... Hapse ben gireceğim... Benim

çoluğum çocuğum sürünecek... Benim şerefim mevzubahis...

Yine de doyuramıyorum gözlerini pezevenklerin..."