Sagot :
Bir Yılbaşı Gecesi
Sema ve Seda adında ikiz kardeşler vardı. Bu kardeşler arkadaşlarını çağırmışlardı yılbaşı gecesine çünkü her yıl olduğu gibi nineleri yine bir hikaye anlatacaktı ardından kartopu savaşı yapacaklardı.
Herkes eve toplanmış 2019 için geri sayım yapıyorlardı. 10-9-8-7-6-5-4-3-2... 1...... ve 0. Hoşgeldin 2019 nidaları çınlattı sıcacık odayı. Akşam yemeklerini yiyip toplanmışlardı. Sema ile Seda'nın anneleri herkese kek dağıttı. Ninaleri onca yıllık yerini adlı ve başladı anlatmaya..
"Bir zamanlar 2 kardeş yaşarmış. Bu kardeşler bir yılbaşı gecesi ormana gitmişler. Hava çok soğukmuş. Ormanın iyice derinlerine gitmişler. Sonra 1. kardeş demiş ki..."
O sırada Eylül ninenin sözünü keser*
"nolmuş nolmuş ne demiş" diye sormuş nineye
"Bi sabretsen söyleyecem elbet"
devam etmiş.
"1. kardeş demiş ki;
- Kardeşim yolu biliyorsun demi ben üşüdüm ve acıkmaya başladım
2. kardeş cevaplamış;
- Hadi dönelim kardeşim
yürümeye başlamışlar hava soğuyormuş. Ormanın derinliklerinden sesler alçalıyor ve iniyor uğultu artıyordu. Sonra kaybolduklarını anlamışlar ve mecbur iyice dip dibe girip imdat çağrıları yapmışlar.
En sonunda onları arayan anne ve babaları gelmiş. Onları eve götürmüş. 2 kardeş bir daha bunu yapmayacaklarına dair söz vermiş ve özür dilemişler."
Hikaye bitmiş. Çocuklar pür dikkat nineyi dinledikleri için adeta uykudayken üstlerine soğuk su dökülmüş gibi yavaştan kalktılar ardından hızla paltolarını giyip dışarı çıkmışlar. Kar ile oynamaya başlamışlar...
1.KIRDA BİR GÜN
Saat sabahın dokuzu.
Gökyüzü karanlık. Koyu kurşuni bir bulut yığını hızla kayıyor. Yığının şurasında burasında kırmızı zikzaklar yaparak şimşekler çakıyor. Uzaktan gökgürültüsü işitiliyor. Otların üzerinden dik bir rüzgâr esiyor, ağaçları bir yana yatırıyor, toz kaldırıyor. Biraz sonra mayıs yağmuru başlıyacak, gerçek bir fırtına kopacak. Köyde altı yaşlarında kadar görünen küçük dilenci kız Fiokla, şuraya buraya koşuyor, kunduracı Terenti’yi arıyor. Açık sarı saçlı, solgun yüzlü, küçük, yalınayaktır. Gözleri dört dönüyor, dudakları
titriyor. Her rastladığına:
— Amcacığım, Terenti’yi gördün mü? diye soruyor.
Ama ona kimsenin aldırış ettiği yok, herkes yaklaşan fırtına ile meşgul, herkes kulübelerinde başını sokacak kuytu yerler arıyor. Nihayet, Terenti’nin dostu kilise kutsal eşya muhafızı Silenti Siliç’e rastlıyor. Rüzgârda sallana sallana yürümektedir:— Amcacığım, Terenti’yi gördün mü?
Silenti:
— Evet, diyor, sebze bahçesinde.
Küçük dilenci, kulübelerin arkasındaki sebze bahçelerine doğru koşuyor, Terenti’yi buluyor. Kunduracı, uzun boylu, upuzun bacakları olan, çiçekbozuğu, zayıf yüzlü bir ihtiyardır. Yalınayaktır, üzerinde yırtık pırtık bir kadın blûzu vardır. Küçük çitlerin yanında duruyor, (…) kapkara buluta bakıyor.Uzun, leylek bacakları rüzgârda bir kamış gibi sallanıyor. Sarı saçlı küçük dilenci:
— Terenti amca, sevgili amcacığım… diyor. Terenti, Fiokla’ya doğru eğiliyor, (…) sert yüzünü bir gülümseme kaplıyor. İnsan oğlunda bu gülümseme, küçük, budala, güldürücü, ama çok sevilen bir şey görüldüğü zaman belirir. Tatlı bir eda ile:
— A… diyor, Tanrı kulu Fiokla, nereden çıktın karşıma?
Fiokla hıçkıra hıçkıra kunduracının pantolonundan yakalıyor:— Terenti amca, diyor, bir felâket, kardeş Danilka’nın başına bir felâket geldi. Haydi gidelim.
— Ne felâketi? Uff, amma da gürlüyor. Allah korusun! Allah korusun! Ne imiş o felâket dediğin?
— Danilka elini kontların ormanında bir ağaç yarığına soktu, şimdi de çıkaramıyor. Aman amcacığım ne olur kurtarın onu.
— Nasıl oldu da soktu, niye soktu?— Bana bir ağaçkakan yumurtası alıverecekti.
— Sabah sabah bu iş mi geldi başınıza? Ne yapmalı şimdi? Çaresiz, gitmem lâzım. Yoksa sizin haşarı çocukları kurt kapar sonra. Haydi düş önüme, küçük öksüzüm.
Terenti, sebze bahçesinden çıkıyor, leylek bacaklarını uzun uzun açarak yürümeye başlıyor. Sanki arkasından biri kovalıyor, yahut itiyormış gibi çabuk çabuk yürüyor, dört bir yanını görmüyor. Fiokla ona zor yetişiyor.
Köyden çıkıp tozlu yoldan yürümeğe başlıyor. Uzaktan uzağa mavi görünen ağaçlariyle kontun ormanına doğru yürüyorlar. İki kilometreden daha az tutar bu orman.
Bulut güneşi kapıyor, çok geçmeden gökyüzünde tek mavilik görünmüyor, kapkara bulutlar kaplamış.Fiokla da Terenti de boyuna:
— Allah korusun! Allah korusun! diye mırıldanıyorlar.
Damların üstünde, tozlu yolda ilk iri ve ağır yağmur damlaları siyah noktalar halinde beliriyor. İri bir damla Fiokla’nın tam yanağının üstüne düşüyor, bir gözyaşı halinde çenesine doğru kayıyor. Kunduracı, çıplak ve iri ayaklariyle yoldan toz kaldırarak:
— Yağmur başladı, diye mırıldanıyor. Tanrıya bin şükür Fiokla kardeş. Bizim nasıl ekmekle karnımız doyuyorsa, otlarla ağaçların karınları da yağmurla doyar. Gök gürültüsüne gelince, hiç korkma benim küçük öksüzüm, neye senin gibi bir küçüğü öldürsün.
Yağmur başlayınca rüzgâr sakinleşiyor. Kupkuru uzun yolda henüz yeşeren çavdar tarlalarına düşen yağmurun sesi duyuluyor.Kunduracı:
— İyice ıslanacağız Fiokla, diyor, sırsıklam olacağız. Huh, huh, kız… Of, tam boynuma bir damla düştü… Korkma küçük budala… Ot da kurur, toprak da kurur, sen de, ben de kururuz. Güneş herkes için birdir. Biraz ötede başlarının üstünde bir şimşek çakıyor, müthiş bir gök gürültüsü duyuluyor. Fiokla’ya öyle geliyor ki, sanki kocaman, ağır, yuvarlak bir şey yuvarlanıyor, tam başının üstüne düşüp, göğsüyle başını deliyor.
Terenti içini çekerek:
— Allah korusun! Allah korusun! diyor. Korkma Fiokla, küçük öksüz, kininden değil gürleyişi.
Kunduracı ile Fiokla’nın çıplak ayakları ağır, killi çamurdan görünmez oluyor. Yürümek zorlaşıyor, çünkü ayak kayıyor. Ama Terenti gittikçe yürüyüşünü hızlandırıyor, küçük, zayıf dilenci kız, ona yetişeyim diye nefes nefese geliyor, nerdeyse yuvarlanacak. Nihayet, kontun ormanına giriyorlar. Rüzgâr esince ıslak ağaçlardan Terenti ile Fiokla’nın üstüne yağmur damlaları serpiliyor. Ayakları, kesik ağaç diplerine çarpan Terenti, yürüyüşünü yavaşlatıyor:
— Nerde Danişka? diye soruyor. Oraya götür beni.Fiokla onu orman açıklığından geçiriyor, biraz daha yürüdükten sonra kardeşi Danilka’yı gösteriyor.
Danilka, sekiz yaşlarında kadar görünen bir çocuktur. Saçları toprak boyası gibi sarıdır, yüzü solgun, hastalıklıdır. Ağaca yaslanmış, başını bir tarafa eğmiş gökyüzünü seyrediyor. Bir elinde eskimiş bir kasket tutuyor, öteki eli ihtiyar bir ıhlamur ağacına sıkışmış. Çocuk herhalde gürliyen gökyüzüne bakakalmış, felâketinin farkında değil. Önce ayak seslerini duyup sonra da Terenti’yi görünce hasta hasta gülümsüyor:
— Gök amma da gürlüyor Terenti, diyor, ömrümde böylesini duymadım.
— Peki, nerede öbür elin?
— Ağacın içinde. Ne olur kurtarıver.
Çocuğun eli ağacın yarığına sıkışmış. Kovuğa doğru uzatabiliyor, ama çekmek kabil değil. Terenti, kovuğun ağzını parçalıyor, morarmış, buruşmuş küçük eli kurtarıyor.
Çocuk elini kaşıyarak:
— Amma da gürlüyor, diyor. Niye gürlüyor böyle Terenti?
Kunduracı:
— Bulut bulut üstüne biniyor da ondan, diye cevap veriyor.
Dostlar, ormanın kenarından yürüyerek tarlaların arasında kapkara görünen yola çıkıyorlar. Gök gürültüsü azalıyor, köyün üzerinden doğru geliyor. Danilka, hâlâ elini uğuşturarak:
— Geçenlerde burada Terenti, diyor, yaban ördekleri gördüm.
Herhalde Gnirih Zaymışçah bataklığına gidiyorlardı. Fiokla istersen sana bir bülbül yuvası göstereyim.
Terenti, kasketinin suyunu sıkarak:
— A, bu olmaz, diyor. Tedirgin etmeyin onu. Bülbül güzel güzel öten mâsum bir kuştur. Tanrıyı övsün, insanları neşelendirsin diye yaratıldı. Onu tedirgin etmek günahtır.
— Ya serçe kuşuna ne dersin?
— O olur bak. Kurnaz, kötü bir kuştur serçe. Hep hırsızlık düşünür. Hiçbir zaman insanların iyi olduklarını istemez. (…)
Gökyüzünde açık mavi bir leke görünüyor. Terenti:
— Bakın, diyor, bir karınca yuvasını su basmış. Hayvancıklar boğulmuş.
Dostlar, eğilip karınca yuvasına bakKunduracı gülümsiyerek:
— Hadi, hadi gebermezsiniz siz, diyor. Güneş şöyle bir görünsün yeter. Budalalar, bu size ders olsun, bir daha çukur yere yuva yapmayın.
Gene yürüyorlar. Danilka, genç bir meşe göstererek:
— Bakın, diyor, bir arı oğulu.
Gerçekten dalda ıslak vücutlarını birbirine dayamış, soğuktan büzüşmüş binlerce arı duruyor. O kadar çoklar ki, ne kondukları dalın altındaki yaprak, ne de dal görünüyor, hattâ bazıları birbirinin üstüne konmuş. Terenti:
— Evet bu bir arı oğulu, diye anlatıyor. Yağmur yağmaya başlayınca gelip bu ağaca konmuşlar. Zaten bir oğulu yakalamak için ıslatmak yeter. Şimdi bu oğulu almak istiyorsan bir çuval getir, kondukları dalı çuvala sok, sonra dalı silkele, hepsi de çuvala düşerler. Küçük Fiokla birden yüzünü buruşturup boynunu kaşımaya başlıyor. Ağabeysi çocuğun boynuna bakıyor, büyücek bir kızartı görüyor. Kunduracı:ıyorlar. Kimisi boğulmuş, kimisi çamurdan kurtulmaya çabalıyor.
2.JULES AMCAM
Ak saçlı yaşlı bir yoksul, bizden sadaka istedi. Arkadaşım Joseph ona beş frank verdi. Şaşırdım.
Bana:
— Bu zavallı, şimdi sana da anlatırım ya, hiç unutamadığım bir olayı yine aklıma getirdi; dedi.
Benim aslında Le Havrelı olan ailem, zengin değildi. Kendi yağıyla kavrulurdu. İşte o kadar. Babam çalışır, daireden geç döner ve çok bir şey kazanmazdı. İki kız kardeşim vardı.
Annem, içinde yaşadığımız darlıktan çok sıkılır ve çok kez kocasına söyleyecek iğneli sözler, sinsi ve üstü kapalı sitemler bulurdu. O vakit zavallı adam bana pek dokunan bir hal alırdı. Açık elini, yoktan bir ter siliyormuş gibi alnından geçirir ve hiç yanıt vermezdi. Ben onun elinden bir söz gelmediğine üzüldüğünü anlardım. Her şeyden kısılırdı. Karşılık yapılmamak için hiçbir çağrıya gidilmezdi. Dükkân artığı ucuz yiyecek alınırdı. Kızkardeşlerim giysilerini kendileri dikerler ve metresi otuz santimlik bir şeridin fiyatı üzerinde uzun uzun çekişirlerdi. Her günkü yemeğimiz iç yağlı bir çorbayla türlü sığır yahnileriydi. Sözde bunlar hem sağlıklı, hem de doyurucudur. Ama ben doğrusu, başka şeyleri yeğlerdim.
Yitmiş düğmeler ve yırtılmış pantolonlar için beni pek kötü paylarlardı.Yitmiş düğmeler ve yırtılmış pantolonlar için beni pek kötü paylarlardı.
Fakat her pazar giyinip kuşanarak gezmeye giderdik. Babam, sırtında redingotu, başında silindir şapkası, ellerinde eldivenleri, kolunu, bayram gemisi gibi süslenip püslenmiş olan anneme verirdi. Önceden hazırlanan kızkardeşlerim, yürüyüş işaretini beklerlerdi. Fakat son dakikada kesinlikle aile babasının redingotunda unutulmuş bir leke görülür, çarçabuk onu benzine batırılmış bir bezle silmek gerekirdi.
Annem miyop gözlüğünü takıp lekelenmesin diye eldivenlerini çıkararak işe sarılırken babam, başında silindir şapkası, gömlekle iş bitsin diye beklerdi.
Yola törenle çıkılırdı. Kız kardeşlerim kol kola, önden yürürlerdi. İkisi de evlenme yaşındaydılar. Bu bahaneyle kentte görünmüş olurlardı. Ben, sağında babam bulunan annemin soluna geçerdim. Zavallı annemle babamın bu pazar gezintilerindeki pohpohlu tavırlarını, yüzlerinin asıklığını, yürüyüşlerinin ciddiliğini, hâlâ anımsarım. Sanki son derece önemli bir iş onların davranışına bağlıymış gibi vücutları dik, bacakları gergin, sert adımlarla ilerlerlerdi.
Ve her pazar, uzak ve bilinmez ülkelerden gelen büyük gemilerin limana girdiğini görünce babam, hiç değiştirmeden, hep aynı sözleri söylerdi:
— Ha, ister misiniz Jules şunun içinde olsun da bizi şaşırtsın?
Jules amcam, babamın kardeşi, önce umacısı olduktan sonra, ailenin tek umuduna dönüşmüştü.
Çocukluğumdan beri onun sözünü işitirdim. Onu düşünmeye o kadar alışkındım ki görsem hemen tanıyacağımı sanıyordum. Onun Amerika’ya gittiği güne kadar yaşamının bütün olaylarını -bu dönemden hep alçak sesle söz edilmiş olmasına karşın- biliyordum.
O galiba kötü yola sapmış, yoksul ailelere göre suçların en büyüğünü işlemiş, yani birkaç para yemişti. Zenginler için eğlence peşinde koşan adam yalnızca budalalık etmektedir. O, gülümsenerek söylendiği gibi, hovardanın biridir. Yoksullardaysa ana babayı sermayeden yemek zorunda bırakan bir oğul kötü kişidir, serseridir, haylazdır!
Bu ayırdediş de, iş aynı olmakla birlikte, yerindedir. Çünkü davranışların önemini ancak sonuçları belirtir.
Özetle, Jules amca babamın güvendiği mirası, kendi payını son meteliğine kadar yedikten başka, epeyce de azaltmıştı.
Onu, o vakitler görenek olduğu gibi, Le Havre’dan New-York’a giden bir tüccar gemisine bindirerek Amerika’ya yolladılar.
Bir kez oraya varınca Jules amcam bilmem ne satıcısı olarak yer tuttu ve hemen babama biraz para kazandığını, kendisine karşı yaptığı haksızlığı onarmak umudunda olduğunu yazdı. Bu mektup bütün aileyi derin bir heyecana düşürdü. Hani, nasıl derler, iki para etmeyen Jules birdenbire namuslu bir adam, iyi yürekli bir çocuk, bütün Davranchelar gibi doğru, gerçek bir Davranche oluverdi.
Ayrıca bir kaptan da bize onun büyük bir dükkân kiraladığını ve büyük işler yaptığını haber verdi.
İki yıl sonra ikinci bir mektup şöyle diyordu: “Sevgili Philippe, sana sağlığım için merak etmeyesin diye yazıyorum. İyiyim. İşlerim de iyidir. Yarın Güney Amerika’da uzun bir geziye çıkıyorum. Herhalde, birçok yıl sana bir haber ulaştıramayacağım. Eğer yazmazsam merak etme. Zengin olur olmaz Le Havre’a döneceğim. Bunun o kadar uzun sürmeyeceğini ve hep birlikte rahatça yaşıyacağımızı umarım…”
Bu mektup ailenin İncil’i olmuştu. Her vesileyle okunuyor, herkese gösteriliyordu.
Gerçekten Jules amca on yıl bir haber yollamadı. Fakat zaman geçtikçe babamın umudu büyüyordu.
Annem de çok kez:
— Şu iyi Jules gelince durumumuz değişecek, diyordu. İşini bilen adam o!
Ve her pazar, babam kocaman kara vapurların gökyüzüne dumandan yılanlar çıkarta çıkarta ufuktan gelişlerine bakarak her zamanki tümcesini yinelerdi:
— Ha, ister misiniz, Jules şunun içinde olsun da bizi şaşırtsın? Ve adeta onun, bir mendil sallar ve “Hey! Philippe!” diye seslenirken görülmesi beklenirdi.
ARKADAŞIM ANCAK İKİ TANE YAZABİLDİM İNŞALLAH BUNLAR OLUR....
#BAYRAMIN KUTLU OLSUN
Thank you for visiting our website wich cover about Türk Edebiyatı. We hope the information provided has been useful to you. Feel free to contact us if you have any questions or need further assistance. See you next time and dont miss to bookmark.