15 ve 16 yüzyıllarda Osmanlı'nın Avrupa Siyaseti konu bu bir sayfalık özet olursa sevinirim şimdiden teşekkürler ​

Sagot :

Cevap:

Tarihçiler 15. ve 16. yüzyılı 'Türk Asrı' olarak adlandırılıyor. Bunun başlıca nedeni kuşkusuz Osmanlı Devleti'nin bu yüzyıllarda yaşadığı değişim. Ancak 'Türk Asrı' ifadesini sadece Osmanlı Devleti ile açıklamak yeterli değil. Zira aynı dönemde, Kuzey Hindistan, İran, Mısır ve Türkistan gibi farklı coğrafyalarda farklı Türk devletleri de altın çağlarını yaşıyordu.

Temelleri Söğüt'teki bir Türkmen obasında atılan Osmanlı Devleti, kısa süre içinde bir cihan imparatorluğuna dönüştü. Devletin sınırları 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleştirilen fetihlerle hızla genişledi. 1453'te İstanbul'un fethedilmesinden sonra, bölgesinde belirleyici güç olan Osmanlı'nın sınırları 16. yüzyılın sonlarında Adriyaik kıyılarından Yemen'e kadar uzanıyordu.

Kırım Hanlığı'nın Osmanlı'ya bağlanmasıyla karadeniz bir Türk gölü haline dönüşürken, Preveze Deniz Zaferi'nin ardından Akdeniz'de de hakim güç artık Osmanlı'ydı. Kafkasya'dan İran'ın içlerine, Kuzey Afrika'dan Hint Okyanusu kıyılarına kadar uzanan geniş bir coğrafya, Osmanlılar'ın kontrolündeydi.

Değişen ve gelişen sadece sınırlar değildi. 15. ve 16. yüzyıllarda devletin idari yapısı da köklü biçimde değişti. Osmanlı payitahtında yapılan düzenlemlerle, bu geniş coğrafyayı yönetilebilir kılan eşsiz bir yapı oluşturuldu. Aynı dönemde sanatta yaşanan gelişmelerle birlikte, Türk-İslam medeniyeti altın çağını yaşadı. Ticaret yollarının kontrol altına alınması, Osmanlı Devletini dönemin en büyük ekonomik gücüne dönüştürdü. Tarihin bu evresi, pek çok tarihçi tarafından "Türk Asrı" olarak adlandırılıyor.

Ancak bu tanımlananın tek nedeni, Osmanlı'nın ihtişamı değil. Aynı dönemde, bugünkü İran ve Azerbaycan topraklarında hakim olan Safevi Devleti, Kuzey Hindistan'ı kontrol altında tutan Babürlüler, Mısır'da köle Türkmenler'in kurduğu Memlüklü Devleti, Batı Türkistan'da Şeybani Hanedanı tarafından kurulan Buhara Hanlığı ile Semerkand ve Horasan'a hakim olan Timur İmparatorluğu da hesaba katılınca, dönemin Türk devletleri bilinen dünyanın neredeyse üçte ikisine hükmediyordu.

Ancak tüm devletler arasında iyi ilişkiler olduğunu söylemek de güç. Yaşanan rekabet, bu devletleri çoğu kez savaş meydanlarında karşı karşıya getirdi. Kendi aralarındaki savaşlar sonucu bu devletlerden bazıları tarihe karıştı. Savaşlardan zaferle ayrılanlarsa ağır yaralar aldı.

Sınırlar hızla genişledi

On beşinci ve on altıncı yüzyılın Türk asrı olarak nitelendirilmesinde, sınırların hızla genişlemesi önemli bir etken. Ankara Savaşı'nda Timur karşısında alınan yenilgiyle dağılma noktasına gelen bir Osmanlı Devleti, kısa sürede toparlandı ve bir asır sonra Viyana kapılarına dayandı. O tarihsel süreci kısaca özetleyelim. Türk asrı olarak bilinen 15. ve 16. yüzyıl, aslında Osmanlı devleti için pek de iyi başlamamıştı.

Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda Timur'a karşı aldığı mağlubiyetin ardından devlet yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Şehzadeler arasındaki taht mücadelesiyle geçen 13 yıllık fetret devri, Çelebi Mehmet'in hükümdar olmasıyla son buldu. Dağılma tehlikesini atlatan Osmanlı Devleti hızla toparlandı ve II. Murat Han döneminde Balkanlar'daki hakimiyetini pekiştirdi. Varna ve Kosova'da üst üste kazanılan zaferlerin ardından, Osmanlı yüzünü yeniden Bizans'a çevirdi.

Hedef İstanbul'un fethiydi. Uzun bir hazırlık döneminin ardından gerçekleşen fetih, sadece Türk tarihini değil, dünya tarihini de değiştirdi. Doğu Roma'nın yıkılışıyla artık bir çağ kapanmıştı. Fatih Sultan Mehmed döneminde kazanılan başarılar İstanbul'un fethi ile sınırlı kalmadı. Fetihten kısa bir süre sonra Pontus Devleti tarihten silindi, Kırım Hanlığı ise Osmanlı'ya bağlandı.

Böylelikle Karadeniz tamamen osmanlı hakimiyeti altına girdi. Devletin doğu sınırlarındaki tehditler de Otlukbeli'deki Meydan Savaşı'yla bertaraf edildi. Fatih'in orduları, bir başka Türk hükümdarı olan Uzun Hasan'ın Akkoyunlu devletini yenilgiye uğrattı. Fatih Sultan Mehmed'in ölümünün ardından tahta çıkan II. Bayezid Han döneminde ise savaşlardan çok, mevcut sınırlar içerisindeki idari yapının güçlendirilmesine öncelik verildi.

Ardından Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı tahtına çıkmasıyla birlikte doğu seferleri yeniden hız kazandı. Türk hükümdarı Şah İsmail'in başında olduğu Safevi Devleti'ne karşı Çaldıran Ovası'nda kazanılan zafer, Doğu Anadolu ve Batı İran'da dengeleri değiştirdi.

Daha sonra Sina çölünü aşan Yavuz'un orduları, Mısır'daki Türk hanedanı tarafından yönetilen Memlüklü Devleti'ni ortadan kaldırdı. Kutsal Emanetler İstanbul'a getirildi ve Osmanlı sultanları halifelik unvanını aldı. "Türk Asrı" olarak bilinen bu dönem, hilafetin Osmanlılar'a geçmesinin ardından tarihçiler tarafından İslam'ın ikinci yükseliş dönemi olarak da adlandırıldı. Doğu seferlerini tamamlayan Yavuz Sultan Selim, Batı'ya doğru düzenleyeceği seferlere hazırlanırken hayatını kaybetti. Ancak oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Batı'ya doğru yürüyüşü devam ettirdi. Belgrad ve Budapeşte'yi alan Osmanlı orduları çok geçmeden Viyana kapılarına kadar dayandı. Viyana'da hüküm süren Habsburg Hanedanı, diğer Avrupa Devletleri'nden aldığı destekle ayakta kalabildi.

Türk Asrı olarak bilinen bu devirde Osmanlı'nın egemen olduğu topraklar neredeyse 3 kat büyüdü. Bu dönemde, doğu coğrafyasında da Türk devletlerinin hakimiyeti vardı. Timur imparatorluğu, Memlüklüler, Safevi Devleti, Akkoyunlular, Babür İmparatorluğu, Buhara Hanlığı gibi devletler geniş bir coğrafyada hüküm sürüyordu. Ancak bu devletlerin bir kısmı Osmanlı ile girdikleri güç yarışında tarih sahnesinden silindi. Bir kısmı ise kendi aralarındaki rekabetten ötürü güç kaybetti ve parçalanma sürecine girdi.

Döneminin en iyi askeri gücü

Osmanlı ordu düzeni, kuruluş yıllarında Selçuklu döneminden kalan bir anlayış üzerine inşa edilmişti. Devletin ilk yıllarda ordu, aşiretler ve bazı beyliklerden gelen atlı birlikler ve gönüllü yaya askerlerden oluşuyordu. Ancak devletin sınırları genişledikçe, ordunun yapısı da değişti. 14'üncü yüzyılın ortalarında başlayan bu değişim, Osmanlı ordusunu "Türk Asrı" olarak bilinen 15. ve 16. yüzyıllar boyunca dünyanın en güçlü askeri kuvveti haline getirdi.

Askeri gücün doruk noktasına ulaştığı 16'ıncı yüzyılda, Osmanlı ordusunun bel kemiğini İstanbul'da bulunan kapıkulu askerleri ile eyaletlerden gelen tımarlı sipahiler oluşturuyordu. Kapıkulu Ordusu, Yeniçeri Ocağı ve Sipahi Ocağı olmak üzere iki ana gruba ayrılmıştı. Ayrıca ordu içinde; bir topçu ocağı ile cebeci, humbaracı ve lağımcı ocakları da yer alıyordu.

Her yıl Rumeli ve Kafkasya'nın belli bölgelerinden devşirme sitemiyle toplanıp, Acemi Ocağı'nda yetiştirilen Kapıkulu askerleri savaşta Osmnalı Ordusu'nun vurucu gücü durumundaydı. Tımarlı sipahiler ise Osmanlı toprak sistemine göre düzenlenmiş kurallar gereği, sadece savaş zamanlarında göreve çağrılıyordu. Yani kendisine arazi verilmiş sipahiler, topraktan elde ettikleri gelirin miktarına göre, savaş zamanlarında orduya belirli sayıda asker getirmekle yükümlüydü.

Bu sistem, "Türk Asrı" olarak bilinen 15. ve 16. yüzyıllarda deyim yerindeyse kusursuz bir şekilde işledi. Aynı dönemde Osmanlı Ordusu'nun komuta kademesi de, iyi yetişmiş askerlerden oluşuyordu. Ordu komutanlarının her biri savaş meydanlarına aşinaydı. Bu durum, askerlerin üzerinde olumlu bir etki yaratıyordu. Böylelikle, ordu içinde disiplini sağlamak da kolaylaşıyordu. Komuta kademesinin bir diğer artısı ise savaşılan coğrafyaya tümüyle hakim olmalarıydı.

Ordu, iyi bir istihbarat ağına da sahipti. Dönemin Osmanlı askeri gücünün ulaştığı taktik dehanın en önemli örneği İstanbul'un fethi. Gerek fetih öncesi yardım güzergahlarını kesecek hisarların inşası, gerek Bizans surlarında gedik açacak topların döktürülmesi, gerekse deniz gücünün karadan Haliç'e taşınması, çok yönlü ve iyi hazırlanmış bir savaş planının göstergeleri.

İstanbul'un fethinin ardından, Akkoyunlulara karşı yapılan Otlukbeli Savaşı'nda büyük topların ilk kez bir meydan savaşında kullanılması, Osmanlı ordusunun yenilikçi karakterini de anlatıyor. Yavuz Sultan Selim'in Sina çölünü geçerek Mısır'ı fethetmesi, Kanuni Sultan Süleyman'ın başkentten kilometrelerce uzaklıktaki Macaristan Ovası'nda üst üste kazandığı zaferler ise ordunun sadece savaş kabiliyetinin değil, ikmal yeteneğinin de üst seviyede olduğunu ortaya koyuyor.

İkmal yeteneğinin hangi boyutlara ulaştığını anlamak için, sadece askerlerin değil, atların dahi beslenme ve barınma gibi ihityaçlarının eksiksiz biçimde karşılandığını düşünmek yeterli. Osmanlı ordusunun ulaştığı seviyeyi anlamak için en iyi örneklerden biri 1526 yılındaki Mohaç Meydan Savaşı.

Öyle ki Mohaç Ovası'ndaki bu savaşta, seyyar topların ve tüfeklerin etkin kullanımı sayesinde, 40 bin kişilik birleşik Haçlı gücü, sadece 2 saat içerisinde tamamen yok edildi. Osmanlı Ordusu'nun meydan savaşlarında kurduğu bu üstünlüğün ardından, batılı güçler uzun yıllar açık alanda Osmanlı ordusunun karşısına çıkamadı. Düşman artık korunaklı kalelerin arkasında bekliyordu. Ancak bu kalelerin de bir bir düşürülmesi, Avrupa'da kale mimamirisnde önemli değişimlerin yaşanmasına yol açtı.

Osmanlı donanması fetihler gerçekleştirdi

Osmanlı Devleti Anadolu'daki sınırlarını sahil bölgelerine doğru ilerlettikçe, donanmaya olan ihtiyaç arttı. Donanmanın temelini, daha önce sahil bölgelerinde kurulan Aydınoğulları, Çandaroğulları, Saruhan ve Menteşe beyliklerinin eline bulunduran deniz gücü oluşturuyordu.

Ancak bu beyliklerin elindeki deniz gücü sınırlıydı. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan hemen sonra Türkler'in Rumeli'ye geçişi ile birlikte Çanakkale ve Marmara Denizi'ni savunması için daha kapsamlı bir donanmaya ihtiyaç vardı. Bu nedenle, Gelibolu'da yeni bir tersane inşa edildi. Yıldırım Bayezid döneminde atılan bu adım, Anadolu Yarımadasını çevreleyen sularda deniz ticaretini elinde bulunduran Venedik ve Ceneviz gibi sömürgeci güçleri tedirgin ediyordu.

15'inci yüzyılın başında, İspanya'dan gelip Semerkand'daki Emir Timur'a elçi olarak giden ünlü seyyah Clavijo, 1403 yılında Gelibolu'daki manzarayı şu satırlarla özetliyor: "Türkler harp gemilerini Gelibolu'da muhafaza ediyor. Burada büyük bir tersaneleri var. Biz geçerken 40 kadar gemi limanda yatıyordu. Gelibolu kalesi askerle doluydu ve gemiler her an harekete hazırdı"

Aslında İspanyol seyyahın sözünü ettiği dönem, Osmanlı için kader yıllarıydı. Zira Timur'a karşı Ankara Savaşı kaybedilmiş ve devletin bekası tehlikeye girmişti. Bu dönemde bile süren donanma faaliyeti, Osmanlı Devleti'nin deniz politikasına verdiği öneme işaret ediyor. Donanmaya verilen önemi daha da artıran ise İstanbul'un fethi için yapılan planlar oldu.

Nitekim Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi için sadece kara gücünün yeterli olmadığını düşünüyordu. Fetih hazırlıkları kapsamında, Gelibolu'da bir yandan yeni gemiler inşa edildi, diğer yandan da eldeki gemiler onarıldı. Böylelikle yaklaşık 400 gemiden oluşan bir deniz gücü meydana getirildi.

Karadan çekilerek Haliç'e indirilen gemiler, İstanbul'un fethinde önemli bir rol üstlendi. Oluşturulan bu güçlü donanma sadece İstanbul'un fethinde kullanılmadı. Trabzon'un alınması ve Pontus Devleti'nin tarihe karışması, Kırım ve Kefe'ye yapılan seferlerle 15. yüzyılın ikinci yarısında Karadeniz bir Türk gölü haline geldi.

Fatih Sultan Mehmed'in vefatından sonra tahta oturan II. Bayezid döneminde donanmanın güçlendirilmesi yönündeki faaliyetler sürdü ve çok geçmeden Venedik ve Ceneviz'in Doğu Akdeniz'deki hakimiyeti kırıldı.

Akdeniz'deki hakimiyet mücadelesiyle birlikte, gemi inşa teknolojisinde de önemli gelişmeler yaşandı. Yeni tekniklerle üretilen kadırga ve kalyonlar Osmanlı donanmasına denizlerde büyük bir avantaj sağlıyordu. II. Bayezid'den sonra tahta oturan Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesi, Osmanlı'nın deniz stratejisinde de önemli bir değişime neden oldu.

Mısır ve Doğu Akdeniz sahillerinin savunulması donanmanın öncelikleri arasına girdi. Haliç'teki tersane, Yavuz Sultan Selim döneminde Galata'dan Kağıthane'ye kadar genişletildi. Böylelikle Osmanlı'nın yıkılışına kadar donanmanın merkez üssü olacak Haliç Tersanesi, yani Tersane-i Amire kurulmuş oldu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise Osmanlı Donanması altın çağlarını yaşadı. Artık Akdeniz'deki başlıca güç Osmanlı denizcileriydi. Ünlü akdeniz tarihçisi Braudel, Akdeniz'deki statükonun değiştini şu satırlarla anlatıyor: "12. yüzyıldan itibaren Akdeniz Hristiyanlar'ın himayesi altındaydı. Ancak bu düzen Osmanlılar'ın Akdeniz'de varlık göstermesiyle bozuldu."

Akdeniz'deki dengeleri asıl alt üst eden ise 1538'de Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının, Andre Dorya yönetimindeki Haçlı donanması karşısında kazandığı büyük zaferdi. Preveze Deniz Zaferi, Akdeniz'deki Hristiyan üstünlüğünü tamamen sona erdirdi. Aynı dönemde bir başka mücadele alanı ise Hint Okyanusu'ydu.