Onun için değil midir ki, ben aralarında dolaşırken kaba
kaba sırıtırlardı ve sağ tarafımda bir boş torba gibi sallanan
yenimle oynamaya kalkışırlardı. Sonra, bu yeni, sallanıp
durmasın diye, ucundan bükerek cebime soktum. O gün
bugündür, hâlâ öyle dolaşırım.
Lâkin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında
değil... Oysa, burada, isterdim ki farkında olsunlar. Zira, sag
kolumu, ben, onlar için kaybettim. İstanbul'da zilletim olan
şey burada şerefimdir. Hattâ, ilk günler Mehmet Ali ile köy-
de dolaşırken şuna buna rastgeldik mi, hemen sag yanımı
çevirirdim. Hele, yeni yetişen delikanlılarla genç kızlara ne
yapıp yapıp mutlaka bu eksikliğimi hissettirmeye çabalar-
dım. Bu, benim son süsüm, son gösterişim, son çalımımdı.
Beş-on gün içinde o da gitti. Sağ kolumun yokluğu kimse-
nin takdirini celbetmek şöyle dursun, hattâ merhametini bi-
le uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira,
burada, sakatlık hemen herkese mahsus bir hal gibidir.
Mehmet Ali'nin anası enikonu topallıyor. Salih Ağa'nın
oğullarından biri kamburdus Bekir Çavuş'un kızı Zehra
kördür. Ben görmedim, fakat Mehmet Ali'nin söylediğine
göre muhtarın karısını, adı bilinmeyen bir illet sekiz yıldan
beri öyle bir evirip kıvırmış, o kadar karmakarışık bir hale
sokmuş ki, bacaklarını kollarından, kollarını bacaklarından
ayırmanın imkânı yokmuş. Bütün vücudunda canlı yalnız
bir
yeri kalmış. O da gözleri imiş. Muhtar her gün bağırır-
mış: “Bari oldu olacak, şunları da kapayıversene."
Bunlardan başka, köyün iki meczubu, bir cücesi vardır.
Şimdi, düşünün, bu illet ve sakatlık yuvasında ben nasıl
kendimi gösterebilirim?
Gerçi, köye geldiğim ilk günden beri, daima, herkesten
ayrı bir durumdaydım. Gözle görünmez bir çember, bir ne-
vi karantina kordonu beni aralarına karışmak istediğim bu
küçük insan kümesinden ayırıp duruyor. Ne yapsam bu
19