E:Aşağıda Mekke dönemindeki olaylar verilmiştir yan tarafta bulunan kutulara olayları kronolojik sıraya göre tarihleriyle birlikte yazınız. 1:HABEŞİSTANA 1. HİCRET 2:BOYKOT BAŞLAMASI 3:İLK VAHİY 4:TAİFE GİDİŞ 5:İSRA VE MİRAÇ 6:HÜZÜN YILI 7:BOYKOTUN BİTİŞİ 8:HABEŞİSTANA 2. HİCRET 9:BASKI TEHTİT VE İŞKENCELERİN BAŞLAMASI.
ÇOK ACİL LÜTFEEN​


EAşağıda Mekke Dönemindeki Olaylar Verilmiştir Yan Tarafta Bulunan Kutulara Olayları Kronolojik Sıraya Göre Tarihleriyle Birlikte Yazınız 1HABEŞİSTANA 1 HİCRET class=

Sagot :

Cevap:

1)HABEŞİSTANa 1. hicret:

Müşriklerin Müslümanlara yaptıkları eziyet her geçen gün artıyordu. Müslümanlar ibadetlerini serbestçe yapamıyor, açıktan Kur’an okuyamıyorlardı. Bu sebeple Hz. Peygamber, müslümanların daha emin bir yer olan Habeşistan’a hicret (göç) etmelerine izin verdi.

Onbir erkek ve dört kadından oluşan ilk kafile, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Peygamberliğinin beşinci yılında Mekke’den gizlice çıkarak Kızıldeniz yoluyla Habeşistan’a gitti. İçlerinde Hz. Osman ve eşi Peygamberimizin kızı Rukiye de vardı. Orada çok iyi karşılanan müslümanlar, güvenli ve huzurlu bir hayata kavuştular.

İlk giden kafilenin iyi karşılandığını duyan müslümanlardan 80 kişilik ikinci bir grup daha bir yıl sonra oraya hicret ettiler. Bunların başında Hz. Ali’nin kardeşi Cafer-i Tayyar bulunuyordu.

2)BOYKOT BAŞLAMASI:

Hz.Peygambere İslam'ın gelişinin yedinci yılında başlayan ve onuncu yılında sona eren Boykot olayı, Mekkelilerin Hz.Peygamber ve onu savunan akrabaları Haşim oğullarına uyguladıkları ilginç bir baskı yöntemi olarak ve bir o kadar da bu üç yıl boyunca meydana gelen diğer bazı olayları ile dikkat çekmektedir.

3)İLK VAHİY:

40 yaşındayken, Kadir Gecesi, kendisine ilk vahiy geldi. Hazreti Muhammed, Hira'da tefekkürle meşgulken Hazreti Cebrail aracılığıyla Alak Suresi'nin şu ilk beş ayeti kendisine vahyedildi: "Yaratan Rabb'inin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

4)TAİF'E GİDİŞ:

Hz. Muhammed'in amcası ve eşinin ölümünden sonra kendisine yapılan zulüm ve baskılar iyice artmaya başlamıştır. Düşmanca saldırılar vahşet derecesine ulaşınca Hz. Muhammed yanına Zeyd'i alarak Taif şehrine gitti. Taiflilere İslam'ı anlatmak istedi. Onları tevhide davet etti. Taif'in ileri gelenleri ile görüşerek putlardan vazgeçmelerini istedi. Taif halkı peygamberi istemedi ve onu ret ettiler.

Taif Seferi'nin en önemli nedeni Huneyn Harbi'nin devamı olmasıdır. Huneyn Harbi'nden kaçanların hepsi Taif'e sığınmışlardı. Taif bulunduğu mevki bakımından kale niteliği taşıyordu. Taif kuşatıldı ve 10 gün kuşatma altında kaldı. Hattâ Hâlid bin Velîd, kendilerinden dövüşmek için er istediğinde, onlar cevaben:

"Sana karşı duracak kimse kalemizde yok!" diyerek oldukları yerden bir kişi bile dışarıya çıkarmamışlardı. Bunun üzerine Allah Resülü:

"Düşman, tilki gibi inine girmiş bulunuyor. Artık kendi hâllerine bırakılırsa, onlardan bir zarar gelmez!" buyurarak muhasaranın kaldırılması hâlinde herhangi bir zararın olmayacağına işaret ettiler.

5)İSRA VE MİRAÇ:

Peygamber'in Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya bir gece yürüyüşü ile götürülmesi hadisesine “İsrâ”, bu noktadan sonra yaşadığı olaya da “Miraç” denilmektedir.

6)HÜZÜN YILI:

Hüzün Senesi ya da Hüzün Yılı, 619 M.'ye denk gelen Hicri takviminde bir yıl. İsmin nedeni, İslam Peygamberi Muhammed'in hem amcası Ebu Talib'i, hem de ilk hanımı Hatice'yi art arda kaybetmesidir.

7)BOYKOTUN BİTİŞİ:

Sonuç olarak boykot, Mekke'deki insaf sahibi kişilerin vicdanlarının harekete geçmesi ve olaya müdahale etmeleri sonucu kaldırılmış ve Haşimîler üç yıldır çektikleri eziyetlerden kurtulmuşlardır diyebiliriz.

8)HABEŞİSTAN'A 2. HİCRET:

Müslümanlara yapılan işkence ve zulümler gittikçe daha da artıyordu. Daha önce Habeşistan’a hicret edenler, her ne kadar doğup büyüdükleri yurtlarından ve yakınlarından ayrılmak zorunda kalıyorlarsa da, hayatlarını ve dinlerini emniyet altında tutmuş oluyorlardı.

Resulullah Aleyhisselâm, mazlum müslümanların tekrar Habeşistan’a gitmelerinin uygun olacağını tavsiye etti. Bunun üzerine onu kadın, doksan iki müslüman, fırsat buldukça zaman zaman hicret ederek orada toplandılar. İlk gidişte bir başkanları yoktu. İkinci hicrette Câfer-i Tayyar -radiyallahu anh- başkan seçildi.

Her şeye rağmen Resulullah Aleyhisselâm Mekke’den ayrılmadı, zulüm ve eziyetlere göğüs germeye ve mücadelesine devam etti.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh-: “Siz de oralara gelmiş olsanız, Habeşliler’in ehl-i kitap oldukları için dâvetinize hemen icabet ederler, müslüman olmaları umulur ve bize yardım ederler.” dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise şu cevabı verdi: “Ben rahat aramaya vazifeli değilim. Bu hususta da Allah-u Teâlâ’nın emrini beklerim. Ne emrederse ona göre hareket ederim.”

Bu hicret, İslâm’ın çevrede yayılmasının yeni bir dönemi oldu. Müşrikler İslâm’ın yayılarak güçleneceği endişesiyle, bu hicrete engel olmak için ellerinden gelen her kötülüğü yaptılar, fakat başarılı olamadılar.

İkinci hicret ilk hicretten birkaç ay sonra olmuştur.

Bu ikinci hicretten sonra Mekke âdeta mâteme büründü. Çünkü hemen hemen her evden bir veya birkaç kişi âilesini terk ederek bir yabancı diyâra sığınmıştı. Bu âilelerin en değerli fertleri dinlerini korumak için câhiliyeden kaçarak, inançlarıyla birlikte hicret ediyorlar, bütün akrabalık bağlarını arkalarında bırakıyorlardı. Aşiretçiliğin ve kabileciliğin kafalarda din gibi yer etmiş olduğu bir toplumda, bu şekilde bir hicretin çok büyük bir sarsıntı yapacağı gayet açıktır.

Hicret edenler arasında Ebu Cehil’in öz kardeşi Seleme bin Hişam, Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe, Hind’in öz kardeşi Ebu Huzeyfe, Süheyl bin Amr’ın kardeşi, oğulları, kızları, damadı... gibi Kureyşliler’in ileri gelen bütün kabile reislerinin öz evlâtları vardı.

Bu durumda müşrikler, düşmanlıklarını daha da artırdılar. Geride kalanlara eskisinden daha fazla eziyet etmeye başladılar.

Bu arada Habeşistan hicretini de gözardı etmiyorlardı. Müslümanların oralarda çoğalarak güçlenmesinden, etrafa yayılmasından ve kendilerini tehdit etmesinden de son derece tedirgin oluyorlardı. Hicret sebebinin, Necaşi’nin kendilerine sağladığı emniyet yurdu olduğunu anlayınca, onları bundan mahrum etmek için çeşitli hilelere başvurdular. Vakit geçirmeden Amr bin Âs ile Abdullah bin Ebi Rebîa el-Mahzûmî’yi kıymetli hediyelerle birlikte Habeş kralı Ashame en-Necâşî’ye elçi olarak gönderdiler. Bu arada diğer devlet erkânına da çeşitli hediyeler göndermeyi ihmal etmediler. Gayeleri Necâşî’den, yanlarına sığınmış olan bu müslümanları kabul etmemesini ve onları geri göndermesini ricâ etmekti.

Amr bin Âs’ın Habeşistan’da ve Necâşî’nin sarayında az-çok itibarı vardı. Habeşistan’a ulaştıklarında, önce Necâşî’nin yakınları ile görüşerek hediyelerini verdiler ve meramlarını açıkladılar. Onlardan bu hususta yardımcı olacaklarına dair söz aldılar. Bu arada müslümanların sağda solda İsa Aleyhisselâm ve annesi hakkında çirkin sözler söylediklerini yaydılar.

Daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıkan elçiler, hediyelerini takdim ettiler.

Amr bin Âs geliş sebebini şöyle açıkladı:

“Ey kral! İçimizden bazı câhil gençlerimiz, atalarımızın dinini terk ederek buraya gelmiş ve size sığınmışlardır. Bunlar sizin dininize de girmiş değillerdir. Yeni bir din ortaya çıkardılar. Kavmimizin ileri gelenleri onları iâde etmenizi istiyorlar.”

Necâşî’nin orada hazır bulunan müşavirleri ve ileri gelen râhipler Amr’ı tasdik ettiler. Her insanın kendi kavminin durumunu daha iyi bileceğini, kendilerine sığınanları Kureyş’e teslim etmekle onları memnun etmek gerektiğini söylediler.

Necâşî Tevrat ve İncil’i okumuş ve İsa Aleyhisselâm’dan sonra bir peygamberin geleceğini bu kitaplardan öğrenmişti. Müslümanlarla bu yeni din hakkında konuşmadıkça hiçbirini kendilerine teslim etmeyeceğini beyan etti. “Kendi memleketlerini terk ederek bana güvenen ve sığınan bu insanlara vefâsızlık edemem.” diyerek onlara kızdı. Durumu tahkik için müslümanları huzuruna çağırarak gelen heyetle karşılaştırdı.

“Kureyşliler elçi yollamış, sizi geri istiyorlar, ne dersiniz?” diye sordu.

Müslümanların adına Câfer-i Tayyar -radiyallahu anh- ayağa kalktı:

– Ey hükümdar! Sorunuz bunlara, biz onların kölesi miyiz ki bizi istiyorlar?

Mekkeliler adına Amr bin Âs cevap veriyordu.

– Hayır, hepsi hürdür!

– Onlara borçlu muyuz ki bizi istiyorlar?

– Hayır, hiçbirinden alacağımız yok.

– Onlardan öldürdüğümüz kimse mi var ki, kısas için bizi istiyorlar?

– Hayır, böyle bir şey de yok.

– O halde ne diye bizi istiyorlar?

– Bunlar atalarımızın dininden çıktılar. İlâhlarımıza hakaret ettiler, gençlerimizin inançlarını bozdular. Aramızda ikilik çıkardılar.

Bu iddiâya karşı Hazret-i Câfer -radiyallahu anh- şunları söyledi:

– Ey hükümdar! Biz câhil bir kavim idik. Taştan ağaçtan yaptığımız putlara tapardık. Lâşe yerdik, fuhuş yapardık, akrabalara küserdik, komşuluk hakkına riâyet etmezdik, kuvvetliler zayıfları ezer, zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı.

Biz bu hâl üzerinde iken, Allah içimizden bir peygamber gönderdi. Nesebi ve asâleti, doğruluk ve emâneti, şeref ve namusu hepimizce mâlumdur. O, bizi Allah’ın birliğine ve O’na kul olmaya dâvet etti. Atalarımızın tapageldikleri putları terketmeye çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Doğruluğu, emanete ve akrabalık bağına riâyet etmeyi, komşularla iyi geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildirdi. Fuhuşu, yalanı, yetim malını yemeyi, haksızlık etmeyi, namuslu kadınlara iftira etmeyi, dil uzatmayı yasakladı. Bütün iyilikleri öğretti. Biz de ona inandık, getirdiği dini kabul ettik. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi. Bizi dinimizden çevirip putlara taptırmak için her türlü hakaret ve işkencelere uğradık. Bize zulmettiler, fakat dinimizden dönmedik. Biz de onlardan kaçıp, sizin himâyenize sığındık, sizi güvenilir bulduk. Nezdinizde zulme uğramayacağımızı ve haksızlık görmeyeceğimizi umuyoruz.”

Durumun aleyhlerine döneceğini anlayan Amr, hükümdarı müslümanlardan soğutmak için: “Bunlar hıristiyanlık ve İsa hakkında yakışıksız sözler söylüyorlar.” dedi. Çünkü Necâşi hıristiyandı.

Hazret-i Câfer -radiyallahu anh-: “Biz İsa Aleyhisselâm hakkında Kur’an-ı kerim’de Allah-u Teâlâ ne bildirdi ise ancak onu söyleriz.” diyerek Meryem sûre-i şerif’inin başından bir miktar okudu. Dinleyenler heyecanlandılar ve ağladılar. Necâşî de kendini tutamayıp, sakalı ıslanıncaya kadar ağladı.

Sonra onlara dedi ki:

“Allah’a yemin ederim ki bu sözler İsa’ya gelen ile aynı kaynaktandır.” Yerden bir çöp aldı ve: “Sizin okuduklarınız ile İsa’nın dedikleri arasında şu çöp kadar fark yoktur.” diyerek elçilerin isteklerini reddetti, hediyelerini de geri verdi ve kendi memleketine sığınmış olan müslümanları daha fazla koruyacağını belirtti. Elçiler de elleri boş olarak, kızgın bir şekilde Kureyş’in yanına döndüler.

Müslümanlar orada Necâşî’nin himayesi altında dinlerini emniyete almış oldular. Hiçbir eziyet ve işkence görmeden, hoşlarına gitmeyen sözler işitmeden ibadetlerini yapıyorlardı.

Resulullah Aleyhisselâm’ın Medine’ye hicretini öğreninceye kadar orada kaldılar. Bunlardan otuz üçü geri döndü, ikisi Mekke’de vefat etti, ikisi hapsedildi. Yirmi dördü Medine’ye hicret ettiler ve Bedir savaşına katıldılar.

Habeşistan’da kalanlardan yedisi orada vefat etti, birisi hıristiyanlığa döndü. Müslümanların Habeşistan’da iken yedi erkek, beş kız olmak üzere on iki çocukları dünyaya geldi.

Hayber fethedildiği gün Câfer -radiyallahu anh-in başkanlığında yirmi beş kişi döndü.

9)BASKI,TEHTİD VE İŞKENCELERİN BAŞLAMASI:

Müşrikler denedikleri bu usüllerden netice alamayınca zulüm siyasetine başvurmaktan başka çare kalmadığını anladılar ve müslümanlara düşmanlıkta daha şiddetli davranmaya, eziyet ve işkence faslına başladılar.

Ebu Cehil, makam ve şeref sahibi birinin müslüman olduğunu duyduğu zaman onu azarlar, malına mülküne ve akrabalarına çok büyük zararlar vermekle tehdit ederdi. Eğer zayıf olursa vurur ve işkence yapardı.

Kuvvetli ve itibarlı bir âileye mensup olanlara pek dokunamıyorlardı. Bunun yanında kimsesizlere, kendilerine arka çıkacak adamı bulunmayanlara, fakirlere, hususiyetle köle ve câriyelere; tarihte benzeri görülmemiş, akla hayale sığmayan, vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı.

Bu kimselerin bazen kendilerini müdafaa etmeleri mümkündü. Fakat kuvvet kullanmaya henüz izin verilmemişti.

Müslümanları gittikleri Allah yolundan ayırarak eski din ve inançlarına döndürebilmek için başvurmadıkları baskı ve zulüm metodu bırakmadılar. Yakıcı kumlar üzerine yatırıp göğüslerine ağır taşlar bastırmak, çıplak vücutlarına demir gömlekler giydirmek, kızgın demirlerle dağlamak, kızgın güneşin altında yatırıp yağlarını eritmek, günlerce aç ve susuz bırakmak, hapsetmek, zincire vurmak, bayıltıncaya kadar dövmek, boyunlarına ve ayaklarına ip takıp sürüklemek... her zaman başvurdukları işkence usullerinden bazıları idi. İşkence altında can verenler, gözlerini kaybedenler bile vardı. Halbuki onların Allah katındaki değerleri çok yüksek idi.

İşkence görenlerin başında Resulullah Aleyhisselâm geliyordu. Haşimîler’den çekindikleri ve Ebu Tâlib’in himâyesinde olduğu için önceleri ses çıkaramıyorlardı. Zamanla: “Mecnun, falcı, şâir, sihirbaz.” gibi sözler söylemeye başladılar.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Hak kendilerine gelince: ‘Bu bir sihirdir, doğrusu biz onu tanımıyoruz.’ dediler.” (Zuhruf: 30)

Küfürleri, kıskançlıkları ve azgınlıkları yüzünden ilâhî nurun yayılışını engellemeye çalıştılar.

“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, hakikat kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler: ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ dediler.” (Ahkâf: 7)

Hakikati olmayan bir hayâlden ibaret olduğunu, işitenlerin kalplerine sihir gibi tesir ettiğini iddiâ ettiler.

Daha sonraları ise fırsat buldukça her türlü hakareti ve kötülüğü yapmaktan çekinmediler. Her ne zaman aralarından yürüyüp geçse veya sokaklarda onlarla karşılaşsa; hakaretin, alayın, kaş-göz hareketinin her türlüsünü ona yöneltiyorlardı. Evi taşlanıyor, yollarına pislikler atılıyor, dikenler seriliyordu. Bir defasında Kâbe-i muazzama’nın Hicr denilen yerinde namaz kılarken secdede Ebu Cehil iki küreği arasına deve işkembesi koydurmuştu. Katıla katıla gülüştüler, hatta gülerken birbirlerinin üzerine düştüler. Bir defasında Harem-i şerif’te namaz kılarken Ukbe bin Ebî Muayt saldırıp hırsla abasını boynuna dolayarak boğmak istemiş, kendisini Ebu Bekir -radiyallahu anh- kurtarmıştı.

Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- İslâm’ın azılı düşmanlarından Ümeyye bin Halef’in kölesi idi.

On iki kölesi içinde en çok onu severdi, müslüman olduğunu duyunca çok üzüldü, hırsını alıncaya kadar dövdü. Her gün Bathâ deresine götürür, güneşin en kızgın olduğu zamanlarda soyar, kumlar üzerine sırtüstü yatırır, büyük bir kaya parçasını göğsü üzerine koydurur, üstünü sıcak kumlarla örterdi. Sonra da İslâmiyet’ten vazgeçerek Lât ve Uzzâ’ya tapmaya zorlardı. O ise: “Ehad!... Ehad!...” yani “Allah bir!... Allah bir!...” der başka söz söylemez, bu dayanılmaz işkencelere imanıyla göğüs gererdi.Yine bir gün büyük bir deve ipini iki kat bükerek boynuna geçirdi, sokak çocuklarına teslim etti. Onlar da onu Mekke’nin yukarısından aşağısına, aşağısından yukarısına sürükleyip dolaştırdılar, vücudu parça parça oldu.

Resulullah Aleyhisselâm onun bu şekilde işkence görmesine son derece üzülürdü.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in büyük hizmetlerinden birisi de kimsesiz biçareleri işkencelerden kurtarmak için satın alıp âzâd etmesidir. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- de bunlardandır.

Mus’ab bin Umeyr -radiyallahu anh-ın annesi, oğlunun müslüman olduğunu duyduğu zaman, onu günlerce aç bırakmış, sonra da evinden atmıştı. Müslüman olmadan önce çok müreffeh bir hayat yaşayan Mus’ab -radiyallahu anh-in o narin teni, bu hadiseden sonra kırış kırış olmuştu.

Aslen Yemen’li olup Mekke’de koruyucusuz kalan Yâsir -radiyallahu anh- bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parçalanmıştır. İslâm uğrunda şehit düşen ilk müslüman odur. Hanımı Sümeyye -radiyallahu anhâ- müşriklere söylemiş olduğu ağır sözler üzerine Ebu Cehil tarafından mızraklanarak şehit edildi. Kadınlardan da ilk şehit o oldu. Dilleriyle küfür izhar etmektense ölmeyi tercih ettiler.

Oğulları Ammar -radiyallahu anh- de dininden döndürülmek için ne söylediğini bilemeyecek derecede dayanılmaz işkencelere uğratıldı. Bazen ateşle, bazen sırtına kızgın taşlar koymak, bazen de nefesi kesilene kadar suya batırılmak suretiyle işkenceye devam ettiler. Vücudundaki yanıkların beyazlıkları yıllarca sonra bile kaybolmadı.

Gördüğü işkencelere dayanamayan Hazret-i Ammar -radiyallahu anh-, müşriklerin istedikleri sözleri söylemek mecburiyetinde kalmıştı. Durum Resulullah Aleyhisselâm’a bildirilince:

“Ammar başından ayağına kadar imanla doludur. İman onun etine, kanına karışmıştır.”

Diyerek o anda orada bulunan Ammar -radiyallahu anh-in gözlerininin yaşını sildi ve:

“Seni yine zorlarlarsa istediklerini söyle!” buyurdu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sini indirerek bu gibi hallerde müslümanlara ruhsat verdi:

“Gönlü imanla mutmain olduğu halde, zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa; onların üzerine Allah’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl: 106)

Zorlama olmadığı halde, kendi isteğiyle küfrü gerektiren kelimeyi söyleyen veya zorlama olduğu zaman kalbini bozup da küfre inanan kimseler, dünya hayatını ahirete tercih etmiş olurlar. Bunun için Allah’ın gazabı onların üzerinedir. Dinden dönenlerin cezası bu kadar ağır olmaktadır.