1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler. Kaza kaymakamı Salâhattin Bey, Müddeiumumi ile Doktor'u yanına alarak ertesi günü tahkikata bizzat gitti. Candarma kumandanı izinli olduğu için yanlarında bir başçavuş ve üç candarma neferi vardı. Siyah kuzu derisi kalpaklarından (ve doktorun fesinden) renkli yağmur suları süzülüyor, şakaklarında garip şekiller çizdikten sora çenelerinin altında birleşerek göğüslerine damlıyordu. Yolun iki tarafındaki ıslak söğüt ve hayıt ağaçlarına düşen yağmur damlaları hafif, melankolik bir tıpırtı çıkarıyor, atların kumlu yolda intizamsız izler bırakan ayaklan gıcırtılı ve ezik sesler veriyordu. ARKADAŞLAR BUNU TAMAMLAMAM LAZIM DEVAMINI KENDİ AKLIMIZDAN AMA EN AZ 1 SAYFA! ​

Sagot :

bu ne ki? söyle yaparım tabiiki

Cevap:

beyaz saçları görünen kaymakam en ileride, başı önü-

13ne eğili ve gözleri atının ıslak ıslak sivrilen kulaklarında, gidiyordu. Müddeiumumi sağında ve biraz acemice ve korkak, atın

üzerinde sallanıyor, bir türlü ateş almayan çakmağından sigarasını

yakmaya uğraşıyordu. Doktor ise kalender, gün görmüş bir

adamdı. Güzel tambur çalardı; şimdi de bıyıklarından sular akarak

hafif hafif ıslık çalıyor, bugünlerde çalıştığı, kemençeci usta

Nikolaki'nin mahur saz semaisini tekrar ediyordu.

Arkadan gelen dört candarma, yamçılarına bürünmüş ve

martinlerini sırtlarına çaprazlama asmışlardı. Yamçılar atların

kasıklarına kadar uzandığı ve tüylü, siyah bir ehram halinde

süvarisi ile hayvanını birleştirdiği için bir tek mahluk gibi gö-

rünüyorlardı.

İki saat kadar sonra Kuyucak'a geldiler. Çamurlu sokaklarda

hiç kimseler yoktu; yalnız çıplak ayaklı küçük bir kız çocuğu

elinde bir değnek ile, mütemadiyen bağıran ve çamurlu kanatlarını

telaşla çarparak koşan birkaç kazı kovalıyor, onları bir bahçe

çitinin alt tarafındaki ufak delikten içeri sokmak istiyordu. Atları

görünce, kenardaki ekşi kokusu ta uzaklara kadar yayılan bir

gübre yığınının üzerine çıktı; değneğini ayaklarının ucuna dayadı

ve büyük gözlerle geçenlere bakmaya başladı. Atlılar köşeyi

dönünce kazları olduğu gibi bıraktı, elinden değneğini atarak evine

koştu.

Gelenler hiç dinlenmeden, muhtarı da alarak cinayet yerine

gittiler. Burası köyün kenarındaki küçük, bahçeli bir evce-ğizdi.

İki kanatlı siyah bir kapıdan ufak fakat çiçekli bir bahçeye

giriliyor; iki sıra şimşir fidanlarının ve birkaç küçük kayısı

ağacının arasından geçildikten sonra karşıya tahta bir merdiven

çıkıyordu. Merdivenin üst başında Önlerine ilk gelen odaya

girdiler. Gördükleri manzara hepsinin, hatta bu gibi şeylere alışık

olan candarmaların bile tüylerini ürpertti:

Kapıdan girince sağ tarafta bir yük, onun biraz ötesinde

yüksek bir konsol vardı. Konsolun üzerinde bir cam fanusun altına

konulmuş eski usul bir saat, kırmızı gaz bezleriyle örtülü, abajurlu

iki petrol lambası, sarı yaldız çerçeveli büyükçe bir' ayna ve

aynanın üst tarafında duvarda, kılıflarıyla asılmış bir çift çakmaklı

tabanca duruyordu. Karşıda, perdeleri tamamen İnik olan

pencerelerin önünde, bütün duvar boyunca uzanan,

üzerirne halı döşeli alçak bir sedir, ve sedirin köşelerinde pazen

yüzlü minderlerle yastıklar, yastıkların üzerinde ise fiyonk yapılmış sırma işlemeli yağlıklar vardı. Sedirle kapı arasında,

ayakucu kapıya doğru bir yatak duruyor; yatağın üzerini tamamen

örten ve uçları biraz da yere uzanan yorganı hareketsiz iki insan

vücudu kabartıyordu.

Yatağın kenarından başlayıp odanın ortasına kadar yayılan ve

orada ufak bir gölcük meydana getiren pıhtılaşmış kanlar bu

odada birtakım hadiseler olduğunu söylüyordu.

Fakat odaya girenleri dehşet içinde bırakan ne bu bir miktar

kan, ne de yorganın altında görünmeden kabaran bu iki vücuttu;

onlar sedirin köşesinde diz çöküp oturan ve kendilerine sabit

gözlerle bakan küçük bir çocuk görmüşlerdi.

Kaymakam ıslak kalpağını biraz geriye attı, çocuğa doğru

yürüdü, bu esnada Doktor da yorganın kenarını kaldırarak ölüleri

muayeneye başlamıştı.

Kaymakam sordu:

"Sen kimsin oğlum?"

"Ben Yusuf um!"

"Kim Yusuf?"

"Etem Ağa'nın oğlu Yusuf!.."

Kaymakam şaşırmış gibi suallerini kesti. Çocuk ölenlerin

oğlu idi.

"Burada ne bekliyorsun?"

Eliyle ölüleri gösterdi:

"Nah, bunları bekliyorum!"

"Ne zamandan beri buradasın?"

"Akşamdan beri... Vukuattan sonra candarmaya koştum,

haber saldım, sonra yine geldim. Fıkaraları nasıl yalnız bırakayım..."

"Korkmuyor musun?"

"Anamla babam, nesinden korkayım..."

"Vukuat olduğu zaman da burada miydin?"

"Yanı başımızdaki odadaydım. Anam bağırınca uyandım,

koştum geldim ama, imansızlar ben gelene kadar babamı da,

anamı da kesmişler."

"Sana bir şey yapmadılar mı?"