acil 6 kitabın kısa özeti gerekiyor yardım edin lütfen​

Sagot :

Cevap:

Günlerden çok fırtınalı ve sağanaklı bir gündür. Tepenin yüceliklerindeki büyük şatoda bir kral, kraliçe ve yakışıklı oğulları prens oturmaktadır. Prens çok uzun yıllar boyunca kendi gibi iyi ahlaklı ve güzel bir prenses arar. Ancak bu kadar aramaya rağmen bulamamıştır ve bunun üzüntüsüyle şatoya geri dönmüştür. Durumu krala anlatacağı zaman kapı vurulur. Kapıyı açan kral karşısında sırılsıklam olmuş güzel mi güzel bir kız görür, hemen içeriye alır, kraliçe kızın bir prenses olamayacağını ve kızın asil olmadığını düşünerek prensin kızla evlenmesine karşı çıkar. Daha sonra kız için hazırlanan yatağın altına bir bezelye tanesi koyarak üstüne yumuşak yataklar koyarak kızı istirahat ettirirler. Sabahleyin kıza rahat edip etmediğini soran kraliçe, sabaha kadar uyumadığını ve yatakta bir şeyin beni rahatsız ettiğini söyler. Kraliçe gülümseyerek “ancak bir prenses bu kadar nazlı olabilir.” Diyerek prensin bu kızla evlenmesine izin verir. ( PRENSES VE BEZELYE TANESİ)

Soğuk bir Noel arifesinde, kentin caddelerinde herkes eğlenirken küçük kız onları seyredip kendi kendine eğleniyordur. Küçük kız kibritçi dir. Kutu ile kibrit satar. O soğuk havada insanlar eğlenirken küçük kız hayatın acımasızlığını, yoksulluğu tatmıştır. Ailesine yardım etmek için her geçene kibrit satmak ister, fakat o gece hiç satamamıştır. Havanın çok soğuk olması ve kızın yorgun oluşu yinede onu yıldıramamıştır. Birazcık olsun ısınmak için iki ev arasında bir aralığa girer ve hayallere dalar. Çocukluğunu mutlu bir şekilde yaşamak, iyi bir evde oturmak, yoksulluk çekmemek gibi; derken biraz ısınmak için bir kibrit yakar. Nasıl olsa üvey annem ve babam anlamaz diyerek sıcacık bir ev hayal ederken kibriti yakarak bitirir. Bu durumu fark edince ne yapacağını şaşırmış, korkmuş ve ölmüş büyük annesinden yardım dilenmeye, seslenmeye başlar. Durmaksızın yağan kar, küçük kibritçi kızın üstünü örter. Küçük kız, kaskatı ve donmuş kalakalır oracıkta. Büyük annesi elini uzatır ve küçük kibritçi kızı yanına alır.( KİBRİTÇİ KIZ)

Bir zamanlar yaşlı bir kraliçe varmış. Kraliçe güçlü, dediği dedik bir insanmış. Kimse bir dediğini iki etmezmiş. Kraliçe, bütün mevsimlerde bütün dünya ülkelerinde yetişen güllerden güzel güller yetiştirirmiş. Ama sarayda, acı ve keder kol geziyormuş. Çünkü kraliçe çok ağır hastaymış, doktorlarda yakında öleceğini söylüyorlarmış. “Tek bir umut var kraliçenin kurtulması için” demiş bir bilgin. “Eğer dünyanın en güzel, en soylu gülünü bulup getirirseniz kraliçe uzun yıllar yaşar.” Yaşlı, genç kraliçenin iyileşmesi için dünyanın dört bir yanında en güzel gülü aramaya koyulmuş ama hiç biri işe yaramamış. Sonunda kraliçenin küçük oğlu annesine seslenerek beni dinle demiş ve başlamış okumaya. Kitapta, cennetin görünmeyen bir köşesinde açan yapayalnız bir gülden söz ediliyormuş. Bu gül kendisini ta derinden görmek isteyene görünürmüş. Beyaz bir gülmüş ama güneşin batışında pembeleşen, o kızıllık yansıdığı vakit büyüleyici bir renge bürünen bu gül gerçek sevginin ve güzelliğin simgesi imiş. Birden tatlı bir pembelik yayıldı. Kraliçenin yanaklarına, gözleri büyüdü, bir güneş gibi parladı ve kitabın yaprakları arasında pembe bir gül, dünyanın en güzel gülü beliriverdi. “Onu görüyorum !” diye bağırdı kraliçe. Bu gülü kim görürse bir daha hiç mutsuz olmaz ve ölümsüzleşirmiş...( DÜNYANIN EN GÜZEL GÜLÜ)

Çekirge, pire ve uçan kaz bir gün saraya davet edilmişler. Kral üçünün arasında bir yarış düzenleyecek ve en yükseğe sıçrayana büyük bir ödül verecekmiş. Sonunda ödülü açıklamış. Yarışı kazanana kızımı vereceğim demiş. Yarışmaya önce pire, çekirge sonrada uçan kaz tek tek zıplayarak yarışmışlar. Bunların her biri kendini diğerlerinden üstün görüyormuş. İlk yarışan pire çok yüksek zıplayınca görünmemiş ve onu almamış olarak kabul etmişler. Çekirgede pirenin yarısı kadar zıplamış ancak kralın üstüne konduğu için kral ona çok kızmış. Sıra uçan kaza gelmiş, kaz nazikçe prensesin yanına kadar sıçramış kral bu nazikçe sıçrayışı görünce kararını açıklamış. “En yükseğe sıçrayan kızıma doğru sıçrayandır.” Demiştir ve prensesi uçan kaza vermeğe karar vermiş. Olayı duyan pire ile çekirge yaptıkları hatayı anlayıp çok üzülmüşler. ( ÜÇ ZIP ZIPIN ÖYKÜSÜ)

Zamanın birinde okyanusların dibinde bir şato varmış. Burada kral büyük anne ve altı kız beraber yaşarmış. Bu kızlardan en küçüğü hepsinden güzelmiş. Büyük anneleri arada sırada masallar anlatır yeryüzünde ve insanlardan bahsedermiş. Kızlara yeryüzünü göstereceğine dair söz vermiş. Kızlar on beş yaşına geldiklerinde yeryüzünü görüp geri gelmişler. Kızların beşi geri dönmeyi ve eski yerinde yaşamayı kabullenirken en küçük kız ise dünyalı bir prense aşık olmuş ve bir an önce onun yanına gitmek istiyormuş. Büyük anneleri haberi duyunca deniz büyücüsüne gidip çözüm aramış. Deniz büyücüsü deniz kızına bacak verecek ama karşılığında kız sesini kaybedecekti. Deniz kızı zor da olsa prensi için bu şartı kabul etmiş ve hemen prensin yanına varmıştı. Prens bunun konuşamıyor olduğunu fark edince kardeşi gibi davranmaya başlamış. Deniz kızı bu duruma çok üzülmüş. Kısa bir süre sonra prens başka biriyle evlenmeye karar vermiş. Durumdan haberdar olan büyük anne büyücüye gidip yardım istemiş. Büyücü özel bir hançer yaparak, demiş “Eğer hançeri prensin kalbine saplarsa kurtulur, yapamazsa ölür.” Hançeri alan deniz kızı prensin uyuduğu bir akşam kalbine saplamak istemiş. Ancak o sırada uyanan prens tebessüm ederek bana bir şey mi söyleyecektin demiş. Deniz kızı bunu yapamayacağını anlayınca daha fazla dayanamayarak oradan ayrılır. Kısa bir zaman gezindikten sonra vücudunun değiştiğini görür. Fazla zaman geçmeden deniz kızı hayata veda eder.( KÜÇÜK DENİZ KIZI)

Fırtınadan sonra bir kara buğday tarlasından geçenler bilir. Kara buğday tarlası sanki kavrulmuş gibidir. Yaşlı söğüdün tam önünde bir kara buğday tarlası varmış. Kara buğday Pek kibirli imiş. Başı yükseklerden hiç inmezmiş. “Bende buğday başakları kadar güzelim üstelik çok daha da güzelim. Benim çiçeklerim, elma çiçeklerine benzer, herkes hayranlıkla seyreder. Benden güzeli var mı ? söyle söğüt ağacı” demiş. Söğüt, ağır ağır başını sallar. “var... var...” dermiş. Aradan zaman geçmiş, hava bozmuş, fırtınalar yağmurlar başlamış. Fırtınayı gören bütün çiçekler , bitkiler boyun bükerken kara buğday pek kibirli ya, asla boynunu eğmezmiş. Onu diğer bitkiler uyarmış fakat kara buğday duymamazlıktan gelmiş. Fırtına geçip, rüzgarlar dinince, doğa adeta bir sessizliğe bürünmüş. Her taraf sakinleşmiş, güzelleşmiş. Ama kara buğday yangından çıkmış gibi kavrulmuş kararmış, simsiyah olmuş işe yaramaz, cansız bir ot oluvermiş olayı gören ve duyan diğer çiçek ve otlar olaya çok üzülmüşler. (KARA BUĞDAY

Cevap:

Gazoz Ağacı Özeti

Hikâyenin başında, mahalle ve mahalle yaşantısının kısa bir görünümü verilmektedir. Mahalle, denize yakın bir yerde­dir. Mahallenin bakkalı, kokusu, türlü türlü renkleriyle çocuk­ları kendine çekmektedir. Eski, tahta evlerin oluşturduğu dar sokaklarda çocuklar gündüzleri birdirbir, geceleri saklambaç oynamaktadır. Bazen bu saklambaca gençler de katılmakta­dır.

Bakkalın yanı başında da Hacı Emin’in kahvesi bulun­maktadır. Yaz ve kış mevsimlerinde çok kalabalık olan bu kahvede, işsiz gençler maça kızı, pişpirik, kaptıkaçtı oyna­maktadır. Kahvehane, özellikle akşamlan kalabalıklaşır, gün­düzleri sadece birkaç genç bulunur.

Bu mahalledeki kadınlar da akşam beşe doğru yanla­rında yiyeceklerle sahile inerler. Kadınlar hep beraber deniz kıyısında eğlenirler.

Bu hikaye bir gencin bir kıza ilgi duyması veya birilerinin evlenmesi ha­disesidir. Dedikodu, tüm mahalleye hemen yayılıverir.

Saim de kahvenin karşısındaki pembe evin kızına âşık olmuştur. Haber, hemen mahallede yayılmıştır. Saim, artık kızı görebilmek için günün her vakti kahvededir. Saim, kızı seyretmekten başka bir şeyle ilgilenemez olduğu için sürekli oyunlarda yenilmektedir. Her yenildiğinde karşısındaki ga­zoz aldığı için en sonunda adı “Gazoz Ağacı”na çıkmıştır. Sa­im’in içi aşkla dolu olduğundan bu lakabı umursamamak­tadır.

Bir gün yolda kızla karşılaşır. Heyecanlanır, dili tutulur. Ona sadece: “Nereye?” diye sorabilmiştir. Kız da yıllardan beri onu tanıyormuş gibi “Eve…” diye cevap vermiştir. Sa-İm’İn aylardan beri içi yanmaktadır. Heyecanlansa da kıza duygularını anlatmalıdır. Kıza, onu sevdiğini söyleyiverir. Kı­za, onunla evlenmek istediğini anlatır.

Saim, bu olaydan sonra çok değişmiştir. O hovarda genç, un fabrikasında çalışmaya başlamıştır. Tek istediği şey, kızla beraber mahalleden kaçmak, küçük bir odacık tutup ya­şamaktır. Düzenli bir hayatı istemektedir. Sabahları işe gittiği, eşinin ona yemek hazırladığı günleri hayal etmektedir.

Bir gün, Saim bu düşüncelerini gerçekleştirir. Kızı da ya­nına alarak şehrin bir başka ucunda bir apartmanın çatısında bir odalık bir eve taşınır.

Artık, sabahlan erken kalkmakta, işine gitmektedir. Eşi Melahat’la düzenli bir hayata başlamıştır. Akşamları, işin yor­gunluğunu karısının onu evde beklediğini düşününce atmak­tadır. Eviyle ilgili her şey onu çok mutlu etmektedir. Karısı, o eve gelir gelmez ona sıcacık yemekler hazırlamaktadır. Karı­sına gününün nasıl geçtiğini sormaktadır her akşam. Karısı Melahat hiçbir yeri bilmediği için bütün gün kocasını evde beklemekten başka bir sey yanmamaktadır.

Yine böyle bir gün, akşam Melahat evde kocasını bekle­mektedir. Saim, eşinin ona hazırladığı sıcak yemekleri yer. Melahat, Saim’in sigara içmesini bekler. Sonra Saim, Mela-hat’ın canının sıkıldığını düşünerek onu gezmeye götürür. Sa-im’le Melahat ışıklı, aydınlık, kalabalık bir caddeye çıkarlar. Bir mağazada mankenin üzerinde gördüğü elbiseye dalar, gi­der. Melahat, mahalleden ayrılırken böyle kıyafetleri ola­cağını hayal ermiştir. Oysa kocası, onun vitrindeki kıyafete bakmasına bile tahammül edememektedir. Kocasının has­talık için sakladığı 30 lira ile ona elbise almasını İster. Saim, sinirlenir. Birlikte sinemaya giderler. Melahat, çok mutsuz-laşmıştır. Sinemada sessiz sessiz ağlar. Evlerine gidene kadar tek kelime konuşmazlar. Saim de o mahallede içini titreten kızın yanında, eşi olarak bulunduğunu düşünür. Ona olan aşkının zayıfladığını hisseder. Artık hiç heyacan duymamak­tadır. Aynı sebeplerden dolayı edilen kavgalarla süren, Mela­hat’in canı sıkılarak Saim’i beklediği günler geçer. Melahat çok sıkılmaktadır. Küçücük evin işi sabah erkenden biter. On­dan sonra yapacak hiçbir şey bulamaz. Mahallede hiç kimse­yi tanımamaktadır. Saim de yalnız dışarıya çıkmasına izin vermemektedir.

Bir gün, Melahat.değişik bir şey yaşar. Dış kapıyı açtığın­da karşısında bir genç görür. Genç, alt kattaki terzinin çıra­ğıdır, sigara içmek için onların kapısını önüne gelmiştir. Genç, ondan sigara içtiğini ustasına söylememesini rica eder. Sa-im’e bu olayı söylemez. Çırak her gün kapıya gelmekte, soh­bet etmektedir. Böylece Melahat da sıkılmaktan kurtulmak­tadır. Melahat, çocukla bir konuşmasında kocasının olduğu­nu söyler. Çocuk çok üzülür. Melahat da çocuğun üzülmeme­si için “O sadece geceleri gelir.” der. O anda, Melahat mem­leketini bu genç için değil de Saim için terk ettiğine üzülür. Bu genç, onu daha mutlu edecektir. Ona kocasının almadığı el­biseleri alacaktır. Saim, ona hayallerindeki hiçbir şeyi vermemistir. Günler geçtikçe, çırak artık Melahat’in evine gelmeye, onunla sohbet etmeye başlar. Çocuk ona ‘abla’ diye hitap et­mekte; fakat onu sevdiğini söylemektedir. Çocuk, ona bir miktar parasının olduğunu, onunla kaçabileceğini söyler. Me­lahat buna güler. Kocası da aynı şeyi söyleyerek onu buraya getirmiştir. Aynı şeyleri yaşayacak olduktan sonra bu çocuk­la kaçması anlamsızdır. Fakat artık Saim’i hiç sevmediğini an­lamıştır. Kocasına bir mektup bile bırakmadan onu terk et­mek düşüncesi, onu mutlu etmektedir. Çocukla bu kaçışı, günlerce konuşurlar fakat kesinleştirmezler. Saim’le hayatları da aynı şekilde sürüp gitmektedir.

Saim, karısındaki değişiklikleri az da olsa fark etmektedir. Bir gün yolda mahalleden dostu Osman’la karşılaşır. Osman, ona kahvede yeni bir oyun oynadıklarından bahseder. Bir se­ne geçmesine rağmen Saim mahalleyi, kahveyi, oradaki ya­şamını çok özlemiştir. Bir kız için o yaşamı terkettiğine ina­namaz. Osman’ın mahalleye davetini kabul eder, onunla gi­der.

Akşam yemeklerini her günkü gibi ısıtan Melahat, Saim’i merak eder. Gece yarısı olmuştur, Saim hâlâ gelmemiştir. Ev­lendiklerinden beri ilk defa eve geç gelecektir. Yarı umursa­maz, yarı merak hâlinde uyuyakalır. Sabah olduğunda, ko­casının hâlâ gelmediğini görür. Akşam Saim aynı vakitte ge­lir. Melahat’a hiçbir açıklama yapma ihtiyacı duymaz. Mela­hat ona kızarak gece neden gelmediğini sorar. Saim eski ma­halle kahvesine gittiğini, geceyi de evinde geçirdiğini söyler. Melahat, çok üzülür. Anlar ki Saim artık ondan sıkılmıştır. Ay­nı şekilde yemeklerini yer ve uyurlar. Saim, zamanla bu ka­çamaklarını artırır. Haftada birkaç gün üst üste eve gelmeme­ye başlar. Yine böyle eve gelmediği bir günün sonunda, eve gelir. Kapıyı Melahat açmaz. Eşyalarını da alarak gitmiştir. Saim sadece “Niye gitti acaba?” diye sorar kendi kendine. Gece yanında bir boşluk hisseder, o kadar. Aradan üç dört gün geçtikten sonra Melahat gelmeyince evi boşaltır, eski ma­hallesine döner.

Ertesi baharın son günlerinde, Saim ve arkadaşları Sirke-ci’de yerler, içerler, eğlenirler. Saat 10′a doğru Beyoğlu’na çıkarlar. İşıklar yanan bir kokteyl salonuna girerken arkadaşı, Saim’e: “Bak seninki.” der. Melahat yanında bir adamla yan­larından geçer. Saim: “Ne yapalım yahu, benimkiyse benim­ki.” diyerek umursamaz. Melahat ise onları görmemiştir bile. Yanlarından güzel bir koku bırakarak geçip gitmiştir.

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi Özet

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Zorba’nın yaşam öyküsü, Kengah’ın Zorba’yla karşılaşana kadar yaşadıkları ve Kengah ile Zorba’nın konuşmaları yer alıyor. İkinci bölümde ise olaylar kısa bir süreliğine yumurtanın, daha sonra ise yavru martının etrafında şekilleniyor.

İlk bölümün sonunda başlayan kediler arasındaki dayanışma, kitap boyunca artarak devam ediyor. Aralarından birinin sözünü kendi sözleri gibi görmeleri ve ona sonuna kadar destek olmaları ise olumlu bir örnek oluyor. Ayrıca kedilerin birbirlerinin yanı sıra kendilerinden başka bir canlı için türlü fedakarlıklar yapmaları da dikkat çekiyor. Kitap bu gibi örneklerle, insanların hayatlarından çıkarmaya başladıkları erdemleri hatırlamalarını sağlıyor. Bu yönüyle çocukların yanı sıra yetişkinlere de hitap ediyor.

Albay’ın Sekreter’e sürekli “miyavlarını” ağzından aldığını söylemesi ve Profesör’ün en basit olaylara bile “korkunç” diyerek tepki vermesi ise kitaba hem güldürücü hem de düşündürücü bir yön katıyor. Harry’nin Liman Çarşısı’ndaki Matias ise adeta tüm kötü özellikleri üzerinde toplamış, hilekar ve alkolik bir şempanze olduğu için sevilmeyen bir karakter oluyor. Kitapta, kedilerin aksine kendi çıkarlarını ön planda tutan Matias’ın varlığı ise kedilerin bu erdemini daha da belirginleştiriyor.

Büyük bir martı sürüsü gökyüzünde ilerliyor. Bir süre sonra mola vererek, güç toplamak için balık avlayıp yemeye başlıyorlar. Onlardan biri olan dişi martı Kengah da diğer balıklar gibi denize dalıp balık avlıyor. Bir süre her şey yolunda gidiyor. Fakat Kengah son kez denize dalıp çıktığında etrafta kendisinden başka martı kalmadığını görüyor. Ayrıca denizde petrole bulandığı için daha iyice çaresizleşiyor. Ama hiçbir şey yapmadan pes etmek yerine, denizin temiz kısmına gidip bedenini petrolden temizlemeye çalışıyor. Neyse ki kanatları bedenine yapışmadığı için kuyruğunu biraz temizleyip uçmaya başlıyor. Bir süre uçtuktan sonra gücü tükeniyor ve bir balkona düşüyor.

Kengah’ın düştüğü balkonda Zorba adlı siyah bir kedi bulunuyor. Kengah balkona düştüğü sırada Zorba, sahiplerinin tatile çıkmasını fırsat bilerek keyif çatıyor. Ama gökyüzünden pat diye düşen kirli ve kötü kokulu martıdan sonra Zorba’nın güneşlenme keyfi sona eriyor. Kengah, Zorba’nın iyi bir kedi olduğunu anlayarak ondan yardım istiyor. Böylece gücü tükenmeden yumurtlamaya çalışarak, Zorba’dan üç şey için söz istiyor. Zorba da Kengah’a yumurtasını yemeyeceğine, civciv çıkana kadar yumurtayı koruyacağına ve yumurtadan çıkan civcive uçmayı öğreteceğine dair söz veriyor. Ardından da Kengah’a yardım etmek için Albay’dan yardım istemeye gidiyor.

Lokanta kapısında Zorba’yı Sekreter karşılıyor ve Zorba’nın Albay’la görüşmesini sağlıyor. Zorba tüm olanları Albay’a anlatınca yardım istemek için hep beraber Profesör’e gidiyorlar. Profesör ansiklopedilerinden bilgi edinmeye çalışıyor. Sonunda petrolün benzin ile temizlenebileceğini öğreniyorlar. Böylece Sekreter kuyruğunu benzine batırıyor ve hep beraber Kengah’ın yanına gidiyorlar. Kengah’ın yanına ulaşınca artık yaşamadığını görüp çok üzülüyorlar. Bu sırada yumurtayı da fark ediyorlar. Profesör, Zorba’ya yumurtayı sıcak tutması gerektiğini söylüyor. Böylece Zorba yumurtayı dikkatlice karnının altına alıyor. Akşam olunca da Kengah’ı el birliğiyle bahçeye gömüyorlar.

Zorba artık günlerini, yumurtayı sıcak tutup koruyarak geçiriyor. Diğer kediler de sıkça onları ziyaret edip civcivin çıkacağını günü bekliyorlar. Nihayet günler sonra civciv yumurtadan çıkıyor. Kedilerin asıl işi de o günden sonra başlıyor. Çünkü hem başka kediler hem de Zorba’ya bakmaya gelen aile dostu yavru martı için tehlike oluşturuyor. Böylece yavru martının, Profesör’ün yaşadığı Harry’nin Liman Çarşısı’nda yaşamasına karar veriyorlar.

Kediler, yavru martının güvenliğini sağladıktan sonra ona bir isim vermek istiyorlar. Böylece yavrunun cinsiyetini öğrenmek için Pupa-yelken’den yardım istiyorlar. Yavrunun dişi olduğunu öğrenince de ona Şanslı ismini veriyorlar.

Dostlarının yardımı sayesinde Zorba, Kengah’a verdiği iki sözü yerine getiriyor. Geriye ise Şanslı’ya uçmayı öğretmek kalıyor. Bunun için Profesör uçmak hakkında uzun süre araştırma yapıyor. Sonunda denemeler başlıyor ama Şanslı her seferinde biraz havalanıp yere çakılıyor. Şanslı tüm çabalara rağmen uçmayı başaramayınca Zorba, bir insandan yardım istemeyi teklif ediyor. Teklif kabul edilince her biri kendi sahibinin ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsediyor. Ama, bu insanlardan hiçbirinin Şanslı’nın uçmasına yardım edemeyeceğini düşünüyorlar. En sonunda ise Zorba, Minnoş’un sahibi olan şairin kendilerine yardım edebileceğini söylüyor. Böylece Zorba, şair ile görüşüyor ve Şanslı, şairin yardımı ile uçmayı başarıyor.

Küçük Yusuf Kitap Özeti

İstanbul için kara bir gündü. İtilaf Devletlerine ait toplarını saraya çevirmiş Dolmabahçe açıklarına demirlemişlerdi.

Yusuf okula gitmek için sokağa çıkınca gözlerine inanamadı. Her yerde yabancı askerler vardı. Halk üzgündü. İstanbul işgal edilmişti. Gördükleri karşısında çok üzülen Yusuf ve arkadaşları Orhan, Hasan ve Ahmet ile konuştu. Onlara yabancı askerler birini tutuklayacak olurlarsa onların dikkatini dağıtacak bir şeyler yapmayı önerdi.

O gün sokakta tutuklanan biribi gördüler. Hemen sopalarıyla yabancı askerlere taş atmaya başladılar. Askerlerin dikkati dağılınca adam ellerinden kaçtı. Yusuf ve arkadaşları önemli bir iş başardı. Çünkü adamın elinde Franszıların eline geçmemesi gereken bir haber vardı. Adam ve Yusuf aynı yöne kaçıyorlardı. Adam bir evi işaret edip orada saklanalm dedi. Bu ev mim grubuna ait bir evdi. Vatanını kurtarmak isteyenler burada gizli toplantılar yapıyorlardı.

Tanıştıkları mim grubundan abiler bir gün onu eve çağırdılar. Parola olarak üç defa kapıyı vurdu. İçeri girdi. Abileri ona bir not verdiler ve Karaköy’deki Balıkçı kahvehanesindeki Topal Selim’e not vermesini söylediler. Yakalanacak olursan kağıdı imha etmesini, düşmanın eline geçmemesini tembihlediler.

Yusuf sabah erkenden yola çıktı. Yolda birinin onu takip ettiğini anladı. Kaçmaya çalıştı ama başaramadı. Yusuf’u yakalayıp götürdüler. Yusuf hemen notu ağzına atıp yuttu. Konuşması için baskı yaptılar, dövdüler. Yusuf konuşmadı. Düşman komutanı yanlış kişiyi yakalamışsınız diyerek Yusuf’u serbest bıraktı.

Yusuf koşarak balıkçı kahvehanesini buldu. Topal Selim’i sordu. Notu yuttuğu için haberi kendisi söyledi.

Cuma gecesi silahlar hazırmış. Her zamanki saatte Cankurtaran’ın balıkçı barınağında sizi bekleyeceklermiş.

Yusuf küçüktü ama cesurdu. Vatanın kurtulması için boyundan büyük bir iş başarmıştı.