arkadaşlar materyalist görüşü savunup teolojik görüşü eleştirir misiniz?? lütfen biraz uzun olursa sevinirim . LÜTFEN​

Sagot :

Cevap:

Sözlükte materyalizm (Fr. matérialisme) “maddecilik” (özdekçilik) anlamına gelmekte olup Latince materia (madde) kelimesinden türemiştir. Var olan her şeyin maddeden ibaret olduğunu, maddeden bağımsız fizik ötesi bir alanın (metafizik) bulunmadığını, bilinç, duygu, düşünce vb. unsurların maddeden kaynaklandığını, olup biten her şeyin sadece maddî sebeplerle açıklanabileceğini, sonuç olarak tabiat üstü bir gücün mevcut olmadığını ileri süren, özünde tanrıtanımaz (ateist, mülhid) doktrinler bütününe verilen addır. Materyalist de bu inanca sahip kişidir.

Madde-ruh ayırımı yapmayan, birbirinden bağımsız varlık-düşünce (doğa-bilinç) düalizmine karşı çıkan materyalizm maddeyi tek gerçek kabul etmiş ve her şeyi ona indirgemiştir. Metafiziği reddetmesinin tabii bir sonucu olarak spiritüalizm, idealizm, rasyonalizm vb. disiplinlerle ters düşen materyalizm başta Tanrı inancı olmak üzere yaratılış, ibadet, melek, vahiy, peygamberlik, kutsal kitaplar ve âhiret gibi dinî inançların birer yanılgıdan ibaret olduğunu ileri sürer. Determinizmi esas alır, tabiatta amaçlılığa (teleoloji) imkân tanımaz, varlığı metafizik sebeplere bağlayan açıklamalara karşı çıkar. Bu durumda materyalizm fizik ötesi kanunları ve tabiat üstü varlıkları reddeden bir teoridir

Açıklama:

umarım yardımcı olmuşumdur.

Cevap:

Diyalektik yöntemin Friedrich Hegel (1770-1831) tarafından sistemli bir hale getirilerek nesnel

idealizme ulaşılmasının öncesinde, bilgiye ulaşma yöntemi konusundaki tartışmalar iki ana gruba

ayrılmaktaydı. İlk grupta, doğuştan bilen bilinçli öznenin (öznel idealizm) “zihinsel sezgi” (düşüncenin

duyumdan önce oluşması) ile bilgiye ulaştığı, başka bir deyişle bağımsız değişkenin özne olduğu

iddiası yer alırken, ikinci grupta duyumları aracılığıyla deneyimleyerek (düşüncenin duyumdan sonra

gelmesi) öğrenen özne ve bağımsız değişken olarak madde (ampiristler) üzerine yoğunlaşılmıştır.1

Feodal üretim biçiminin çöküşe geçtiği ve özellikle 16. yüzyıldan itibaren doğa bilimlerindeki

hızlı gelişimle (özellikle ticari kapitalizmin ihtiyaç duyduğu teknolojik gelişmelerle) feodalitenin

üstyapısal meşruiyet kaynağı olan Kilise dogmalarının sorgulanmaya başlandığı bir dönemde, skolastik

felsefeden kopuş yaşanmaya başlanmıştır. Bu dönüşüm döneminde modern felsefenin kurucusu

kabul edilen Rene Descartes (1596-1650) öznel idealizmin en önde gelen düşünürü olmuştur. Tüm

yeniliklerine karşın, öznel idealizmin temelleri Platon ve Aristoteles’ten gelmektedir. İlginç olan, antik

Yunan’da idealist görüşün adı geçen düşünürlerle birlikte yükselişe geçmesi de, Yunan toplumunun

temeli olan köle ekonomisinin çöküşe geçtiği ve düşünsel anlamda dönüşümün yaşandığı döneme

denk geliyor olmasıdır.2

Bilginin (hakikatin) kaynağı olarak, bilen ve düşünen ruhu öne çıkartan ve

buna ek olarak, aklın üstünlüğünü her şeyin önüne koyan (yönetim her zaman akıllı ve bilge kişilerin

elinde olmalıdır) Yunan idealistleri tam da bu dönemin “toplumsal durumunu idealleştirmek ve iç

çelişkilerini görünmez kılmak” bakımından egemen sınıfın çıkarlarını yansıtmaktadırlar.3

Benzer bir şekilde, 17. yüzyıldan itibaren egemen sınıf olma yolunda ilerleyen burjuvazinin

çıkarlarına denk düşecek şekilde Descartes de, feodal dünya görüşüne karşı öznenin bilinç yapısını,

aklını ve şüpheciliğini hakikatin özü olarak sunmuştur.4

Descartes’e göre, varlık ancak özne tarafından

algılanmaktaysa varlıktır ve düşünmemezlik edemeyen ruh bilginin özünü oluşturmaktadır. Varlığın

bilgisi mekân, zaman ve toplumsal sınırlamalardan yalıtılmış soyut öznenin bilinç yapısına göre

şekillenmekte ve öznelerin farklı ahlaki değerleri, seçimleri, sezgileri ve akıl yapıları gerçekliği göreli,

parçalı ve çoklu kılmaktadır. Bu bağlamda, öznel idealizmin üzerine eğildiği konu varlık (ontoloji)

değil, öznenin (ruhun) bilgiyi nasıl edindiği (epistemoloji) olmaktadır.

İkinci grupta yer alan ve temsilcileri arasında Francis Bacon (1561-1626), Thomas Hobbes

(1588-1679) ve John Locke’u (1632-1704) bulunduran ampiristler de dönemin benzer nesnel

koşulları içinden “teolojiyi” değil “insanı” odak alan “burjuva felsefecileri”5

olarak ortaya çıkmışlar

Açıklama:fakat bilginin kaynağını özne olarak değil varlık olarak sunmuşlardır. Bacon, bilginin kaynağı olarak

duyulardan gelen verilerin (deney, gözlem, tümevarım, karşılaştırma) biricikliğine ve yanılmazlığına

vurgu yapar ve doğa bilimlerini gerçek bilim olarak sunarken, Hobbes bu düşünceleri sistemli bir

hale getirmiş ve tüm değişimlerin temelinin madde olduğunu vurgulamıştır.

ilkeleri ışığında, Locke da bilginin doğuştan olmadığını aksine, öznenin başlangıçta bir “tabula rasa”

(boş levha) olduğunu savunmuştur.7

Buna göre, bilgi duyumlar aracılığıyla oluşmakta ve deneylerle

gelişmektedir.8

Öte yandan, deneyden kastedilen, bireye dolayımsız olarak yansıyan görüngülerdir.9

Henüz diyalektik anlayışın oluşmadığı ampiristlerde bu durum, Hegel’in altını çizdiği gibi, “an” içinde

yaşanan ve rastlantılardan oluşan tikellerin tümel olarak sunulması sorununu doğurmuştur.10 Buna ek

olarak, ampiristler içinde de metafizik öğeler tamamen terk edilmemiş ve dış deney ve iç deney olarak

ikiye bölünen süreçte dış deneyin konusunu varlık, iç deneyin konusu ise ruh olarak açıklanmıştır.11

teolojik görüş eleştirisi

Tanrı, kişi, tarih ve vahyin birbirlerinin içinden çıkmış bir kavram zinciri olduğunu söylemek sanıyorum ki yanlış olmaz. Felsefe bu kavram zincirinin tamamını

kendisine sorun edinir. Söz konusu kavram zincirindeki belirli bir kavramdan hareketle diğerlerini ilişkilendirmek veya hepsini belli bir hiyerarşiye göre sıra düzenine

koymak takdir edersiniz ki filozoftan filozofa, felsefi disiplinden diğer bir felsefi

disipline, tarihsel süreçten diğerine veya hatta bir milletten diğerine göre farklılık

arz edecektir. Örneğin, ilk defa Yunanlılar için Tanrı bir problem haline gelmiştir.1

Tanrı’ya ve tanrılara logos aracılığıyla yaklaşma anlamına gelen teoloji sözcüğünü ilk

defa Platon kullanmıştır.2

Özellikle Tanrı söz konusu ise, cümle kurup ve şöyle bir

geriye çekilip baktığınızda ilk fark edeceğiniz şey çelişkiye düşmüş olduğunuzdur. Biz

de daha bu yazıya başlarken fark ettiğiniz üzere, Tanrı’nın önce bir kavram, sonra bir

problem ve giderek yaklaşılan bir nesne -yoksa kişi mi- olduğunu söyleyiverdik. Sahi

nedir bu Tanrı dedikleri ya da kimdir? Bir kişi mi, ad mı, yoksa kavram veya ilke mi,

o mu, simurg mu, varlık veya ilk neden mi, biz mi, büyük mü, mükemmel mi, bilge

mi? Bu kavram ve isimlerin hepsi teker teker mi Tanrı’ya işaret eder? Yoksa bunların,

yani kavram ve isimlerin ve de ilkelerin toplamına mı Tanrı denir? Yukarıda kısaca da

olsa ima ettiğimiz üzere Tanrı’yı kendisine mesele edinen disiplin teoloji ise sembolik

teoloji, dini teoloji, doğal teoloji, negatif (apofatik) teoloji, pozitif (katafatik) teoloji,

süreç teolojisi, analitik teoloji, psiko-teoloji, mistik teoloji, mitsel teoloji, siyasal teoloji,

masalsı teoloji, şehir teolojisi, devlet teolojisi, teolojik metafizik, felsefi teoloji gibi

felsefi literatürde yer alan disiplinler de aynı Tanrı’yı mı problem olarak alırlar? Yoksa

farklı farklı Tanrıların varlığı mı söz konusudur? Teoloji Tanrı’yı anlamaya yetmediği

için mi burada yalnızca bir kısmının isimlerini zikretmekle yetindiğimiz disiplinler

ortaya çıkmıştır? Dahası, yazıya başlarken Tanrı’nın peşi sıra sıraladığımız nefs, tarih

ve vahiy ile ilgili özellikle modern dönemde geliştirilen tartışmalar neticesinde mi

teoloji disiplini bunca dallara ayrılmıştır? Sanıyoruz ki, bu sorulara bir yazı içerisinde

cevap vermek hem mümkün değildir, hem de bizim sınırlarımızı aşar. Yalnızca Tanrıprobleminin göründüğü kadar basit bir problem olmadığını ima etmek için başlarken

birkaç düşünce kırıntısı serdetmek istedik. Tanrı problemini, derli toplu bir biçimde

Türk okurunun pek bilmediği bir disiplin olan felsefi teoloji disiplini içerisinde ele

alan bir giriş kitabı ne mutlu ki Türkçe’de yayınlandı. İşte bu yazı, geçtiğimiz sene

sessiz sedasız yayınlanan, bizce zımnen de olsa diğer tüm teoloji disiplinlerini hem

katederek hem de aşarak felsefi teolojiyi kendisine mesele edinen Abdurrahman Aliy

imzalı, Türkçe’deki ilk kitap Felsefenin Tanrısı/Felsefi Teolojiye Giriş kitabına dair birkaç

söz söyleme gayesiyle kaleme alınmıştır.