Sagot :
Cevap:
Babamın son giydiği elbiseydi. Onu, her akşam soyunduğu odada, son saatlerini yaşamakta olduğundan habersiz, belki de ertesi gün yapacağı işleri tasarlayarak, üzerinden son defa çıkarmış, orada duran iskemlenin üzerine geçirmiş, bizlerle biraz dereden tepeden konuşup, her zamanki gibi yemeğini de yedikten sonra geliveren ani bir kalp kriziyle yirmi dakika içinde ölüp gitmişti.
Böyle zamanlarda hep çok geç yetişen doktor, hiç olmazsa küçük kardeşimi avutma vazifesini yapmış olmak için, babamın birkaç saat sürebilecek bir baygınlık geçirmekte olduğunu, sabaha kadar ayılacağını söyleyip evine dönmüştü.
Benim bile, kendimi bu ümide bırakarak geçirdiğim bu gecenin sabahında, eski sabahlarımızdan birdenbire ayrılıvermiş, artık sobanın yakılmadığı, çay suyunun kaynatılmadığı, gözlerimizin dalıp kaldığı halıdaki nakışların büyüdüğü büyüdüğü, sokak kapısının sık sık çaldığı, artık eve, ev sahiplerinin değil de, başkalarının, bekçinin, imamın, marangozun hâkim olduğu bu bambaşka sabahta; beni bekleyen bir sürü vazife, yapılacak birçok mantıklı işler olduğu hâlde, evi yanarken, mesela, bir çift takunyayı kurtarmaya çalışan bir adam gibi, ben de babamın son giydiği elbiseyi orada iskemlenin üzerinde fark ederek kaldırmış, saklamıştım.
Pantolonunun cebinden son defa kullanıp katladığı mendil, ceketinin üst cebinden gözlüğü, sağ yan cebinden, taştahtaya bir şey yaptıktan sonra (babamın son vazifesi öğretmenlikti) o cebe, belki dalgınlıkla, atılıvermiş küçük bir tebeşir parçası, bir ucu mavi, diğer ucu kırmızı bir kalem (vazifeleri tashih için bir gün bana ısmarlayarak aldırmış olduğu), tebeşirin değmesiyle yer yer beyazlanmış ve sadece biraz ufalmış olarak çıkmıştı. Babamın, başıma o kadar iyi uyan şapkasını, boyuma tam gelen paltosunu, yeryüzünde babamı böylelikle olsun biraz daha devam ettirebilmekten memnun, kullanır; bu son giydiği elbiseyi, çoktan çürüyüp yok olmuş vücudunun kokusunu en büyük bir vefakârlıkla saklayan bu elbiseyi ise, yaşımın ilerlemiş olmasına rağmen, içimde kalmış bir çocuk duygusuyla, ara sıra yoklar, ziyaret ederdim.
Bu elbisenin satılabileceğini, bu elbiseyi nihayet bir gün satacağımı hiç aklıma getirmemiştim. Babam, öldükten sonra da; belki bugünlerimizi hesaplayarak, bankada biriktirmiş olduğu parası, yazları bir katını kiraya verebildiğimiz eviyle, senelerce bizleri düşünmüştü. Onun bu yardımları her ay maaş bordrosunda ismimin hizasına görünmez bir el tarafından ilave olunan bir ikinci pahalılık zammı olmuştu.
Bir ay sonuydu. Dairede, öğle tatili; arkadaşların çoğu gibi, benim de evden küçük bir alüminyum kap içinde getirip kuytu bir köşedeki kalorifer üstüne koyduğum, böylelikle tamamıyla ısınmasa bile hiç olmazsa yağları erimiş olan yemeğimi yemiş, hava yağmurlu olduğu için de, her günkü âdetimin aksine olarak, yemekten sonra dışarı çıkmamıştım. Arkadaşlarla oturmuş, konuşuyorduk. Eski elbiselerin harp dolayısıyla çok para ettiğinden bahsediliyordu. Veznedar, üzerindeki yeni elbiseyi göstererek sattığı iki kat elbisesinin parasıyla bu yeni elbiseyi yaptırdığını söyledi.
Herkes bir fikir ileri sürüyordu. Birden aklıma babamın elbisesi, evde, sandıkta yatan, babamın son giydiği elbise geldi. Bu elbise dura dura ne olacaktı? Niçin satmıyordum âdeta? Cebindeki eşyaları boşaltıp birer hatıra olarak saklamak kâfiydi. Evet, o elbiseyi satmalıydım. Onun parasıyla bir yeni elbise yaptırmak değilse bile, kendime, geçen cumartesi Beyoğlu'nda bir camekânda görüp üzerinde âdeta gözüm kalan o güzel kravatı, kız kardeşime, ne zamandır giymeye hevesli olduğunu bildiğim hep o Beyoğlu'ndaki yeni moda spor iskarpinlerden satın alabilirdim.
O gün akşama kadar hep bu fikri kafamda işledim. Eski elbiselerin en iyi nerelerde satılabileceğini, kaç para edebileceklerini, bu işlerde o kadar bilgili görünen arkadaşlardan öğrendim. En iyisi Kapalıçarşı'daki eskicilere gitmekmiş, yalnız dükkân dükkân çok dolaşmamalıymış, zira birinin verdiği fiyattan fazlasını başka birinin vermesi imkân haricinde imiş, aralarında böyle bir anlaşma varmış!
Ertesi günün öğle tatilinde, daha birkaç sene evvel babam sağ, ben bir Hukuk talebesiyken ümitler içinde ve kaç sene inip çıkmış olduğum Çakmakçılar Yokuşu'ndan, koltuğumun altında bir paketle çıkıyordum. Bakırlarını dövmekte olan bakırcıların gürültüsünden kurtulup kendimi Bitpazarı dediğimiz o sokağa attım. Orası da hep eskisi gibi, hep bildiğim gibiydi. Yine, samanları fırlamış kanepeler, soluk yüzlü, kopuk püsküllü koltuklar kaldırımlara taşıyor; eski sobalar, üşüyorlarmış gibi, dükkân köşelerinde biribirilerine sokuluyorlar; başka bir köşede ayrı duran kırık mermerli konsollarının üstünden indirilip duvar diplerine dayanmış kötü aynalar, yaldızlı çerçeveleri içine artık kaldırımlardaki at terslerini, gelip geçenlerin çamurlu kunduralarını, ütüsüz pantolonlarını aksettiriyorlar; fakat bütün bunlara, her şeye rağmen bütün bu eşyalar dünyaya gelmelerine sebep olan hizmetleri tekrar görmek, iki koltuğu ile samanları deşilmiş kanepe tekrar bir çifti kucağında barındırmak; kendini göstermek ister gibi bütün arkadaşlarının önüne çıkan sobaların muhakkak en hâllicesi tekrar bir an evvel ısıtmak, karpuz lambaların hasretini çeken, yaldızları tazelenmiş aynalar tekrar insan yükleri aksettirmek, tekrar odaların mahremiyetine girmek, tekrar beğenilmek, satılmak, daha yaşamak istiyorlardı.
Daha ziyade ufak tefek eşya satan dükkâncıkların önünde büsbütün dalıyor, yapılacak işimi, koltuğumdaki paketimi unutuyordum.
Şuradaki dükkânda, yaldızları yer yer yeşilleşmiş kemeriyle birlikte kararmış bir kılıç, düğüm yerleri yağlanmış buruşuk bir kravatın yanında asılı duruyor; bir zaman açıp kapadıkları kapılar yok olmuş anahtarlar, kapı rezeleri yerde yığınlar teşkil ediyor; daha beride, iyice temizlenip bilendikten sonra işe yarayabilecek bir balta, çatlak olmasına rağmen kullanılabilir kirli bir çay fincanı, işe yarayabileceği insanda şüpheler uyandıran bir filit pompası, bu zamanda herhâlde müşteri bulamayacak eski usul bir kadın saç maşası yanyana gelmiş yatıyorlardı. O maşaya bakarken annemin böyle saç maşaları kullandığını hatırlamaya başlıyordum. Evet, onun da böyle bir saç maşası vardı. Uzun, siyah saçlarını tarar, öte yanda maşa o zamana kadar kızar, sonra kızgın maşayı alnına doğru yaklaştırır, annemin saçları yanacak diye bir an titrer, "anne, yapma!" diye bir an bağırmak ister, fakat oh, çok şükür, annemin saçlarına hiçbir fenalık olmaz, yalnız iki kıvrım, ilk iki dalga, taralı saçlarının ortasındaki muntazam çizgiden aşağıya doğru siyah bir parlaklıkla akmış olurdu.
Birden boş koluma birisi girer gibi oldu. Dalgınlığımla alay etmek isteyecek bir arkadaş sanarak başımı çevirdim. Esmer, arkaya doğru sıkı sıkı taranmış siyah uzun saçlı, siyah ince bıyıklı, zayıf bir gençti:
— Buyurun bayım, satacak bir şeyiniz mi var? Buyurun, biz alıyoruz, diyordu. Sağ kolumdaki paketi unutmuştum. O da, uysal bir hayvan gibi, sürüden ayrıldıktan sonra kurban edileceğini hissetmiş olmasına rağmen munis davranan bir koyun; ne bileyim, o kadar sevildikten, okşandıktan sonra evde yemek yetişmediği için nihayet bir çuvala konulup karşı sahile atılmaya götürülen bir kedi gibi hiç sesini çıkarmamış, kendini bana unutturmuş, beni rahatsız etmemek istemişti. Evet, ben buraya babamın elbisesini satmak için gelmiştim. Beni başkasına kaptırmamak isteyen esmer genç şimdi büsbütün koluma girmiş, hem iltifatta bulunarak satılık malın cinsini öğrenmeye çalışıyor, hem de memuru bulunduğu dükkâna doğru sevk ediyordu. Kapalıçarşı'nın kapısından geçmiş, eskici dükkânlarının bulunduğu kısma gelmiştik. Nihayet bir tanesinin önünde durduk. Yüksekçe, kerevetimsi bir yerde, âdeta küçük bir sahne gibi, hah, birkaç iskemle ve bir masa ile döşeli, yalnız sahneden farklı olarak, bütün duvarları, önü, etrafı, askılara geçirilmiş elbiselerle dolu bir dükkândı. Dükkân sahibi, iri vücutlu, büyük kafalı, saçlarına ve gür kaşlarına ak düşmüş bir adamdı. Bir bakıma yakışıklı da denebilirdi, fakat bir hayvana, bir kaplana benziyordu. Yanında bir de ihtiyar vardı. Konuştukça, ağzında kalmış tek dişi daha parçalayabilirim der gibi gözüken yeşile çalar sarı benizli bir ihtiyar, ihtiyar, paketi çözdü. Kaplan-adam evvela ceketi omuzundan tutarak aydınlığa doğru kaldırdı. Elbisem son vazifesini de yapmış olmak için kendini beğendirmek ister gibi hâller alıyordu. Sonra pantolona baktı. Pantolonda bir güve yeniği olduğunu söylemek masumluğunda bulundum. Adam, elek olmuş, diyerek, pantolonu da, göğsünden kurşun yemiş gibi oradaki iskemlenin üzerinde iki kat duran ceketin yanına attı. Bana:
— Kaç lira istiyorsun? dedi. Kendisinin fiyat biçmesini söyledim. Mal senin, sen söyle, dedi. Israr ettim. Nihayet elbisenin, arkadaşlardan öğrenmiş olduğum o en az bulabileceği fiyatın yarısını söyledi. Ben üzerine bir misli ilave ettim. Pazarlık başladı. Bir yandan içimde vicdan azabı, pişmanlık gibi hisler beliriyor, orada, iskemlenin üzerindeki elbiseye gözümün her kayışında manevi değeri bir kat daha artıyor, inat edebilmek için bana kuvvet veriyordu. Israrımı gören adam şimdi, cebinden çıkarmış olduğu bir deste paradan 10’ar liralıkları acele acele sayarak zorla cebime sokmaya başlamıştı. Ben almamak istiyordum, almamak isteyince o bir beş liralık, bir iki buçuk liralık daha ilave ediyordu. Gelip geçenlerden durup bu pazarlık sahnesini seyredenler çıkmaya başlamıştı. Sıkılmış, terlemiştim. Nihayet mağlup düştüm. Köşedeki masanın üzerinde durmakta olan siyah kaplı büyük bir deftere iş ve ev adresimi aldılar, babamın elbisesine son bir defa olsun bakmadan, dairede öğle imzasını kaçırmamak için hızlı hızlı uzaklaştım
Cebime konulan paraları ancak dairede sayabildim. O para ile ne kardeşimin istediği iskarpini, ne benim gözüm kalmış olan kravatı alabildim. O gece hava karladı. Evde odun bitmek üzereymiş, kış bastırınca fiyatlar büsbütün yükselir, dediler. Elimizde para varken üç çeki odun aldık. Kim bilir belki de yine babam her şeyden evvel bizim soğukta kalmamamızı istemişti. Gece, sobaya odun atarken böyle düşünmek istiyordum.
Kar birkaç gün devam ettikten sonra hava lodosladı, güneş göründü. Öğle tatilleri yine dolaşmaya başlamıştım. Böyle bir gün, çamurlara, kirli karlara basarak dolaşıyordum. Bir gün evvel Babıali'deki kitapçıların camekânlarını bol bol seyretmiş olduğum için o tarafa sapmadım. Önüme çıkan yoldan gidiyordum. Bazen bir damdan bir kar paketinin düştüğü duyuluyor, dükkân saçaklarından akan sular, bazen şapkamın üzerine gelince, trampete çalar gibi sesler çıkarıyorlardı. Yine Çakmakçılar Yokuşu'nu çıkmışım. Bakırcılar yine bakırlarını şamata ile dövüyorlar, her şeye rağmen yine devam etmekte olan hayat için yeni yeni kazanlar, mangallar, daha ne bileyim neler hazırlıyorlardı. Bitpazarındaki eskiler de hayatın seyrine uyarak bir yandan azalmakla beraber, öte yandan artmıştı. Arkadaşlarının önüne geçerek kendini göstermeye çalışan soba, muradına kavuşmuştu. Bağırları deşilmiş oda takımlarını yine oldukları yerde buldum. Kararmış kılıçla bana bir an olsun annemi hatırlatmış olan eski moda saç maşası yine bekleşiyorlardı. Bir dükkân sahibi, borulu bir eski zaman gramofonunu, belki de havanın açmış olmasına sevinerek kurmuş, eski plaklardaki şarkıları keyifle çalıyordu.
Beride, pazara yeni düşmüş bir yazı masası etrafına birkaç kişi toplanmıştı. Ben de yaklaştım. Üstündeki çentiklerden, mürekkep lekelerinden, üzerinde senelerce ders çalışıldığı, göz nuru döküldüğü anlaşılıyor, otura otura budak deliklerine varıncaya kadar ezberlediğimiz mektep sıralarına benziyordu. Masanın, içerileri dolu iki çekmesi de çekilmişti. Dükkâncı her elini atışta buradan bir ders kitabı, bir lügat, bir cetvel veya bir defter çekiyor, defterlerin hemen oracıkta yazılı sayfalarını ayırıveriyor, alıcılar böyle bir bir meydana çıkan eşyayı ellerinde evirip çevirerek, sayfalarına bakarak muayene ediyorlardı. Bazen, erimiş bir kar damlası açık bir sayfanın üzerine damlıyor, kâğıdı ıslatıp kabartarak akıyordu. Artık sıra, zarfları içinde saklanmış mektuplara, kitapların arasından ara sıra düşüveren kartpostallara, geçmiş günlerin birinde heyecanla seyredilmiş maçlar vesilesiyle alındıkları belli spor mecmualarına, sinema mecmualarından kesilmiş resimlere gelmişti. Masanın, sahipsiz kaldıktan sonra, olduğu gibi satılıvermiş olduğu anlaşılıyordu. Bizim yine iyi kötü, gündüzleri işte, geceleri bir sıcak odada, yine Allah’a şükrederek geçirdiğimiz bu bir hafta içinde haberimiz olmadan, dullar arasına yeni dullar, yoksullar arasına yeni yoksullar katılmış, belki yangınlar olmuş, hânümanlar sönmüş, doğanlar yanında ölenler, ölenler içinde genç yaşında, daha mektep çağında gidenler de olmuştu.
Ölümünden sonra tanıştığımız, yüzünü hiçbir zaman göremeyeceğim garip arkadaşımın ders kitapları üzerinden öğrendiğim okul numarasıyla ismini aklımda tutmaya çalışarak ilerliyordum. Eski elbisecinin o kadar mültefit komisyoncusu yine oralarda dolaşıyordu. Benim onu tanıdığım gibi, bilmem o da beni tanıdı mı? Fakat bu sefer herhâlde kolumda paket olmadığı için alakasını çekmeden geçebildim. Kaplan-adam yüksekçe, küçük bir sahneye benzer dükkânında yine elbiseler arasında etrafı kolluyordu. Bir an babamın elbisesinin de o elbiseler arasında olabileceğini düşündüm. Dükkâna doğru daha ağır yürümeye başladım. Elbiseyi hem tekrar görmek, hem görmemek istiyordum. Kat kat elbiseler arasında ilkönce bir şey fark edemedim. Beyhude ne arıyordum! Babamın elbisesi bu bir hafta içinde satılmış olabilirdi. Fakat hayır, işte orada, - birden babamla karşılaşmış gibi irkildim- babamın elbisesi orada, türlü türlü elbiseler, paltolar, muşambalar, külot pantolonlar, kalın köylü elbiseleri, meşin ceketler arasında, onların arasına sıkışmış, yeni ütülü, artık eski ruhunu kaybetmiş, artık "babamın elbisesi" olmaktan çıkmış, kimbilir, kim olmak üzere, orada bir askıda sallanıyordu. 1945
Açıklama:
iyi dersler
Thank you for visiting our website wich cover about Türkçe. We hope the information provided has been useful to you. Feel free to contact us if you have any questions or need further assistance. See you next time and dont miss to bookmark.