Sagot :
Açıklama:
Sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş” anlamındaki tarîkat (çoğulu tarâik) terim olarak “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış” demektir (et-Taʿrîfât, “eṭ-Ṭarîḳa” md.; Kâşânî, s. 349). Kelime Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle Tâhâ sûresinin iki âyetinde (20/63, 104) ve bazı hadislerde (Wensinck, el-Muʿcem, “Ṭarîḳa” md.) sözlük mânasında geçer. Sözlükte yine “yol” anlamına gelen ve Allah’ın farz kıldığı, ruhsata yer olmayan hükümleri ve merasimleri ifade eden tarîk de (çoğulu turuk) tasavvuf kaynaklarında genellikle tarikatla aynı anlamda kullanılmakta (Ebû Tâlib el-Mekkî, II, 138; Kuşeyrî, I, 52, 59), ayrıca Allah’a varan yolların “yıldızların sayısınca” (Sülemî, s. 383) ya da “yaratıkların nefesleri adedince” (Necmeddîn-i Kübrâ, s. 33) olduğu belirtilmektedir. Tarikat karşılığında tâife kelimesi de kullanılmıştır. Farsça’da “yol, âdet, kanun, din” mânalarına gelen râh da Osmanlı Türkçesi metinlerinde “yol, usul” mânaları yanında “tarikat” anlamında da geçmektedir.
Tarikatı “sâliki hakikate götüren yol” şeklinde tanımlayan sûfîler, dinin zâhirî ve şeklî kısmı olan şeriatın kurallarına uyulmadan tarikatla hakikate ulaşılamayacağını vurgulamıştır. Bunu ifade etmek için meselâ şeriatı gemiye, tarikatı denize, hakikati inciye; şeriatı cevizin dış kabuğuna, tarikatı iç kabuğuna, hakikati meyvesine; şeriatı çembere, tarikatı çemberden merkeze giden yarıçaplara, hakikati merkeze; şeriatı meşaleye, tarikatı bu meşale ile yol almaya, hakikati maksada ulaşmaya; şeriatı bakırı altın yapmaya yarayan simya ilmine, tarikatı bu ilmin kullanılmasına, hakikati altının elde edilmesine benzetmişlerdir. Alâüddevle-i Simnânî tarikatı şeriatsız, mârifeti ibadetsiz gerçekleştirmeye çalışmayı dinin sınırları dışında bir davranış olarak değerlendirmekte, İmâm-ı Rabbânî de şeriatın tahakkuku açısından tarikatın yardımcı ve tamamlayıcı bir unsur teşkil ettiğini belirtmektedir. Tarih boyunca şeriat kurallarına tam anlamıyla uyan (bâ-şer‘), çoğu Sünnî, bir kısmı Şiî coğrafyasında ortaya çıkan yüzlerce tarikatın yanı sıra bu kurallara riayet etmeyen (bî-şer‘) bazı tarikatlar da mevcuttur. Hurûfiyye, Kalenderiyye, Haydariyye, Babaiyye gibi gayri Sünnî olmakla birlikte tam anlamıyla Şiî de sayılmayan Bâtınî nitelikli tarikatlar da vardır. Öte yandan Sünnî esaslara uygun biçimde teşekkül eden tarikatlardan Safeviyye ile Ni‘metullāhiyye’nin zamanla tamamen, Kübreviyye’nin Zehebiyye ve Nurbahşiyye kollarının kısmen Şiîleştiği görülmektedir. Bektaşîlik de sonraları içine Hurûfî-Şiî unsurlar karıştığı için Sünnîlik dışında mütalaa edilmiştir.
Necmeddîn-i Kübrâ kişiyi Allah’a götüren yolları tarîk-i ahyâr, tarîk-i ebrâr ve tarîk-i şettâr diye üç ana grupta toplamış; tarîk-i ahyârı namaz, oruç, hac, Kur’an okuma gibi ibadetlerle ve sâlih amellerle ruhunu olgunlaştıranların, tarîk-i ebrârı mücâhede ve riyâzetle nefsini terbiye ve kalbini tasfiye ederek güzel huylar kazananların, tarîk-i şettârı ise bu ikisinin yanı sıra aşk, cezbe ve muhabbetle Hakk’a doğru seyahat edenlerin yolu şeklinde ifade eder. Kübrâ bunlardan sâliki Hakk’a en kısa sürede ulaştıran yolun tarîk-i şettâr olduğunu belirtir (a.g.e., s. 33-70). Melâmet ehlinin benimsediği müsemmâ tariki denilen yolda cezbe, aşk ve muhabbet esas alındığı için Kübrâ’nın tarîk-i şettâr tanımına karşılık gelir. Seyrüsülûk usullerine göre tarikatlar ruhanî ve nefsânî diye sınıflandırılır. Ruhanî usulde ruh evrâd ve ezkârla güçlendirilerek kötülük odağı olan nefis etkisiz duruma getirilmeye, nefsânî usulde nefis birtakım riyâzet ve mücâhedelerle doğrudan etkisiz kılınmaya çalışılır. Ruhanî usulde insanın göğüs bölgesinde yer aldığı kabul edilen kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ adlı beş latife ile (letâif-i hamse) birlikte ism-i zât (Allah) zikri gerçekleştirildikten sonra iki kaş arasında bulunduğu farzedilen nefsin ve ardından bütün bedenin zikre katılması sağlanır. Nefsânî metodu uygulayan tarikatlarda Allah’ın bazı isimleriyle zikre devam edilerek nefis ilk mertebe olan emmârelik vasfından sırasıyla levvâme, mülhime, mutmainne, râzıye, marziyye ve kâmile/zekiyye mertebelerine ulaştırılmaya gayret edilir. Bu usule Allah’ın çeşitli isimleriyle zikredildiği için esmâ tariki de denir. Nefsânî usulde rüyalar büyük önem taşır. Tarikatlar uyguladıkları zikir şekillerine göre de gruplara ayrılmıştır. Hz. Ali kanalıyla gelen tarikatlar sesli ve hareketli zikiri benimsedikleri için cehrî (turuk-ı cehriyye), Hz. Ebû Bekir kanalıyla gelen Nakşibendiyye ve kolları genellikle kalbî, sessiz ve hareketsiz zikir uyguladıklarından hafî (turuk-ı hafiyye) diye isimlendirilir. Ayrıca cehrî zikri benimseyenlerden zikirlerini ayakta yapan tarikatlar kıyâmî (turuk-ı kıyâmiyye) ve oturarak yapanlar kuûdî (turuk-ı kuûdiyye) gruplarına ayrılır. Cehrî zikir çoğunlukla mûsiki eşliğinde semâ ve devran şeklinde icra edilir. Bunun yanında bazı tarikatlarda hem oturarak hem ayakta veya hem hafî hem cehrî zikir icra edilir.
Bir tarikata girmek isteyen kimsenin (tâlip, muhip) mutlaka o tarikatın şeyhine intisap (biat) etmesi gerekir. Tarikata girmeye son dönemlerde “ahz-ı tarîkat”, bir şeyhe bağlanmaya “ahz-ı yed” (el alma) denilmiştir. Biat tâlibin mânevî bağlılığını ve teslimiyetini simgeler ve bu yolla şeyhin feyzinden faydalanması beklenir. Aynı zamanda şeyhe ve onun vereceği emirlere tam anlamıyla bağlı kalacağına dair söz vermeyi (ahid) ifade eden biat sırasında müride hırka ile serpuş giydirilir. Ardından mürid intisap ettiği tarikatın âdâb, erkân ve usullerini şeyhinin rehberliğinde gerçekleştirir. Şeyhi hiç görmeden onun ruhaniyeti vasıtasıyla eğitilmek de mümkündür. Buna, Veysel Karanî’nin Hz. Peygamber’i görmediği halde mânen eğitilmesi ve kendisine peygamber tarafından hırka bırakılmasından dolayı Üveysî tarik / Üveysîlik adı verilmektedir. Tarikat şeyhi kendisine biat eden müridlerin mânevî babası veya mânevî annesi kabul edildiği için müridleri de birbirinin mânevî kardeşi sayılır. Tarikatta eğitim sürecini (seyrüsülûk) tamamlayanlara hilâfet hırkası, irşad hırkası, icâzet hırkası gibi adlarla anılan hırka giydirilir. Bu hırkayı giyen kimse bir şeyh sıfatıyla başkalarını tarikata kabul etmeye ve onları irşada yetkili sayılır. Bir tarikattan icâzet alan kimsenin başka tarikatlardan da hırka giymesi ve icâzet alması mümkündür. Şeyh ve dervişler gündelik serpuş olarak üzerine destar sarılmış arakıyye giyerler, özel günlerde ve önemli törenlerde “tâc-ı şerif” denilen serpuşlarını takarlar. Tarikat mensupları zamanla farklı renk ve şekillerde taç ve hırka giydiklerinden özellikle Osmanlılar döneminde taç ve hırkaları onların bir tarikata mensubiyetini gösterir olmuştur. Bunların yanı sıra şeyh ve dervişlerin kullandıkları tesbih, asâ, kemer gibi eşyalara “cihâz-ı tarîkat” adı verilir. Birçok tarikatın kendine has şekil ve niteliklerde bayrak (alem) ve sancakları da bulunmaktaydı.
Sûfîlerin bir araya gelerek sohbet etmeleri ve zikir yapmaları, zaman zaman inzivâya çekilmeleri için II. (VIII.) yüzyıldan itibaren hankahlar kurulmuştur. Sonraki dönemlerde dergâh, tekke, zâviye gibi isimlerle de anılan ve oldukça farklı fonksiyonlar icra eden bu merkezlerin vakıflar yoluyla varlığını sürdürmesi sağlanmış, zamanla yanına kütüphane, dershane, revak, hastaların tedavi edildiği bir bölüm, misafirhane, ambar, bağ bahçe gibi birimler eklenmiştir. Zaman zaman hankahlar medresenin işlevlerini de üstlenmiş, tarikat eğitiminin yanı sıra başta tefsir, hadis, fıkıh, akaid, Arapça olmak üzere çeşitli konularda dersler verilmiş ve kitaplar yazılmıştır. Osmanlılar döneminde tarikat şeyhleri kendilerini tıp, astronomi, mûsiki, bestekârlık, hattatlık, nakkaşlık, çiçekçilik gibi ilim, sanat ve meslek dallarında da geliştirdikleri için meşihatını üstlendikleri dergâhlar bir tür güzel sanatlar mektebi ve şifâhâne işlevi görmüş, buralarda yabancılara, yolculara ve hastalara hizmet verilmiştir. Öte yandan XIX. yüzyılda bazı tekke şeyhlerinin şikâyetleri üzerine sapkın inanışlara sahip tarikat mensuplarının durumlarının devlete bildirilmesi ve bu tür inanışlara sahip kimselere tekke açtırılmaması için bazı şeyhler görevlendirilmiş, tekkelerin denetim altına alınması için 1866 yılında şeyhülislâmlığa bağlı Meclis-i Meşâyih kurulmuştur.
Klasik Dönemde Tarikatlar (VI./XII. yüzyıl öncesi). Tasavvuf ehli tarikatların başlangıcını Asr-ı saâdet’e kadar götürmektedir. Hz. Peygamber’in başta Hulefâ-yi Râşidîn olmak üzere sahâbîlere değişik usullerle zikir telkininde bulunduğuna inanılır. Daha sonra bu usullerin devam ettirilmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir. Dolayısıyla bütün tarikatların başı durumunda olan Resûl-i Ekrem’in ortaya koyduğu ilâhî yol tarîkat-ı Muhammediyye diye adlandırılmıştır. İlk dört halifeye nisbetle Bekriyye (Sıddîkıyye), Ömeriyye (Fârûkıyye), Osmâniyye ve Aleviyye adı verilen tarikatlardan Bekriyye ile Aleviyye’nin silsilesi devam ederek birçok koluyla birlikte günümüze kadar gelmiştir. Bu iki silsilenin (Bekrî ve Alevî) yanı sıra diğer silsilelerin de belli bir müddet sürdürüldüğü bilinmektedir. Nitekim İbnü’n-Nedîm, Enes b. Mâlik’ten gelen silsilenin Ca‘fer el-Huldî’ye ulaştığını belirtmiş ve silsilede yer alan kişileri Hasan-ı Basrî, Ferkad es-Sebahî, Ma‘rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ca‘fer el-Huldî şeklinde kaydetmiştir (el-Fihrist, s. 235). Harîrîzâde ise Enes’ten gelen irşad silsilesini Enesiyye adıyla vermekte, silsilenin biri Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye, diğeri Bedeviyye tarikatının kurucusu Ahmed el-Bedevî’ye ulaşan iki kol halinde sürdüğünü belirtmektedir (Tibyân, I, vr. 101a-102a). Diğer bir sahâbî Ebü’d-Derdâ’dan gelen silsile Derdâiyye adını almış ve on bir zat vasıtasıyla Ebü’l-Fütûh Ahmed b. Abdullah et-Tâvûsî’ye kadar gelmiştir (Zebîdî, ʿİḳd, s. 57-58). Ömeriyye silsilesinden Ya‘kūb el-Medenî’ye nisbetle Ya‘kūbiyye (a.g.e., s. 111-112), III. (IX.) yüzyılda Ebû Saîd el-Harrâz’a nisbetle Harrâziyye (a.g.e., s. 53), V. (XI.) yüzyılda Ukayl b. Şehâbeddin Ahmed el-Menbicî el-Batâihî’ye nisbetle Ukayliyye (Harîrîzâde, II, vr. 294a), VII. (XIII.) yüzyılın sonlarında Reslân b. Ya‘kūb el-Ca‘berî ed-Dımaşkī’ye nisbetle Reslâniyye (a.g.e., II, vr. 43b-44a) doğmuştur. Hz. Ömer ile Hz. Ali’den hırka giyen Veysel Karanî’nin silsilesi Üveysiyye adıyla tanınmış (Zebîdî, ʿİḳd, s. 24-29; Harîrîzâde, I, vr. 103b-105b), Kuşâşî bu tarikattan kendisine gelen bir silsileyi eserinde kaydetmiştir (es-Simṭü’l-mecîd, vr. 45a). Üveysiyye’nin İbrâhim b. Edhem’e ulaşan silsilesinden Edhemiyye tarikatı meydana gelmiştir (Harîrîzâde, I, vr. 105a-b). Vâhidî X. (XVI.) yüzyılda Edhemîler’in varlığından söz etmekte (Menākıb-i Ḫvoca-i Cihān, vr. 102b-103a), Zebîdî ise 1163’te (1750) Edhemiyye hırkası giydiğini belirtmektedir (ʿİḳd, s. 31-32). Üveysiyye’nin İbrâhim b. Edhem’le devam eden silsilesinden IV. (X.) yüzyılda Ebü’l-Abbas es-Seyyârî’ye nisbetle Seyyâriyye tarikatı doğmuş ve Kuşeyriyye tarikatının kurucusu Abdülkerîm el-Kuşeyrî’ye ulaşmıştır (Harîrîzâde, II, vr. 166a-b). Kuşâşî, XI. (XVII.) yüzyılda birçok tarikatın yanı sıra Kuşeyriyye’den de icâzet aldığını söylemekte (es-Simṭü’l-mecîd, vr. 53b-54a), Harîrîzâde bu tarikattan kendisine gelen, içinde İmâm-ı Âzam’ın da bulunduğu bir silsileyi kaydetmektedir (Tibyân, III, vr. 73a-b). Öte yandan Hz. Ali’den hırka giydiği bilinen Kümeyl b. Ziyâd ile devam eden silsileler Kümeyliyye ismiyle tanınmış ve günümüze kadar gelen birçok tarikat bu silsileden çıkmıştır (a.g.e., III, vr. 90b; Ma‘sûm Ali Şah, II, 83).
Hücvîrî III. (IX.) yüzyıldan itibaren ortaya çıkan sûfî gruplarına “fırka” adını vermiş, bunları Muhâsibiyye, Kassâriyye, Tayfûriyye, Cüneydiyye, Harrâziyye, Hakîmiyye, Nûriyye, Sehliyye, Hafîfiyye ve Seyyâriyye şeklinde kaydetmiştir. Hâris el-Muhâsibî’ye nisbet edilen Muhâsibiyye’de rıza, Hamdûn el-Kassâr’a nisbet edilen Kassâriyye’de melâmet, Bâyezîd-i Bistâmî’ye nisbet edilen Tayfûriyye’de sekr, Cüneyd-i Bağdâdî’ye nisbet edilen Cüneydiyye’de sahv, Ebû Saîd el-Harrâz’a nisbet edilen Harrâziyye’de fenâ-bekā, Hakîm et-Tirmizî’ye nisbet edilen Hakîmiyye’de velâyet, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî’ye nisbet edilen Nûriyye’de îsâr, Sehl et-Tüsterî’ye nisbet edilen Sehliyye’de nefisle mücâhede, riyâzet ve çile, İbn Hafîf’e nisbet edilen Hafîfiyye’de gaybet-huzur ve Ebü’l-Abbas es-Seyyârî’ye nisbet edilen Seyyâriyye’de cem‘-tefrika anlayışına ağırlık verildiğini belirtmiştir (Keşfü’l-maḥcûb, s. 218-341).
III. (IX.) yüzyılda teşekkül eden Cüneydiyye, Tayfûriyye ve Muhâsibiyye’nin Hz. Ebû Bekir ile Ömer ve Ali’den gelen silsileleri vardır (Harîrîzâde, I, vr. 267b, 272b-273a; II, vr. 263a-267b; III, vr. 107b-110a). Cüneydiyye tarikatı birçok kola ayrılmış ve bu silsileden doğan bazı tarikatlar günümüze kadar gelmiştir. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’a nisbet edilen Saîdiyye Cüneydiyye’nin kollarından kabul edilir (Zebîdî, İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 204-205). Ebû Saîd’in torunu Muhammed b. Münevver onun Cüneyd üzerinden Hz. Ali’ye ulaşan iki ayrı silsilesini kaydetmiştir (Esrârü’t-tevḥîd, s. 27, 36). Cüneyd-i Bağdâdî’nin halifelerinden Ebü’l-Hasan es-Seyrevânî’nin yetiştirdiği Tâvûsü’l-Haremeyn lakaplı Kutbüşşerîa Ebü’l-Hayr İkbâl’e nisbet edilen Tâvûsiyye, Cüneydiyye’nin bir diğer koludur (Zebîdî, ʿİḳd, s. 79-80). Tâvûsiyye silsilesi ayrıca Kümeyl b. Ziyâd üzerinden Hz. Ali’ye ulaştığı için Aleviyye’nin bir kolu olarak da zikredilir (Zebîdî, İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 223-226). Cüneydiyye’nin diğer bir kolu Ebü’l-Abbas Ahmed b. Yûsuf el-Harîsî el-Abbâsî’ye nisbet edilen Harîsiyye X. (XVI.) yüzyılda teşekkül etmiştir. Zebîdî XII. (XVIII.) yüzyılda hem Cüneydiyye’den (ʿİḳd, s. 48) hem Cüneydiyye’nin Tâvûsiyye (a.g.e., s. 79-80), Saîdiyye (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 204-205) ve Harîsiyye (ʿİḳd, s. 49-50) kollarından kendisine gelen silsileleri kaydetmiştir. Bistâmiyye adıyla da bilinen Tayfûriyye’den doğan tarikatlar arasında Şettâriyye, Aşkıyye/Uşaykıyye ve Nakşibendiyye (Hâcegân) bulunmaktadır. Aşkıyye silsilesinin Hz. Osman’a dayandığını söyleyenler de vardır (Harîrîzâde, II, vr. 292a-b). XI. (XVII.) yüzyılda Tâceddin b. Zekeriyyâ’nın (Abdülhay el-Hasenî, V, 507), XII. (XVIII.) yüzyılda Zebîdî’nin (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 245) Aşkıyye’den icâzet alması tarikatın bu yüzyıllarda yaşadığını göstermektedir. Şettâriyye’den XI. (XVII.) yüzyılda Kuşâşî (es-Simṭü’l-mecîd, vr. 29a) ve daha sonra Zebîdî (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 213) hırka giymiştir. Zebîdî ayrıca Bistâmiyye’den hırka giydiğini belirtir (ʿİḳd, s. 42). Muhâsibiyye silsilesinden büyük tarikatlar doğmuştur. Zebîdî bu tarikattan kendisine ulaşan bir silsileyi kaydetmektedir (a.g.e., s. 85).
Nûriyye’nin silsilesi Hz. Ömer ile Ali’den (Harîrîzâde, III, vr. 210a) ve Hakîmiyye’nin silsilesi Hz. Ali’den (a.g.e., I, vr. 305a) gelmektedir. Nûriyye’nin Hz. Ali’ye dayanan silsilesinden VI. (XII.) yüzyılda Ebû Yaizzâ b. Meymûn el-Hezmîrî el-Mağribî’ye nisbetle Yaizziyye doğmuştur. Yaizziyye’nin ayrıca İmam Gazzâlî ve kardeşi Ahmed el-Gazzâlî’den gelen silsileleri vardır (a.g.e., III, vr. 268b-269a). Sehliyye silsilesinden Ebû Bekir b. Hevvâr el-Batâihî’ye (IV./X. yüzyıl) nisbetle Hevvâriyye meydana gelmiş ve bu silsileden birçok tarikat doğmuştur (a.g.e., III, vr. 262a-263a). Hafîfiyye’den V. (XI.) yüzyılda Ebû İshak-ı Kâzerûnî’ye nisbetle Kâzerûniyye (İshâkıyye/Mürşidiyye) (a.g.e., I, vr. 71a), VI. (XII.) yüzyılda Rûzbihân-ı Baklî’ye nisbetle Rûzbihâniyye zuhur etmiştir. Rûzbihâniyye’nin Zebîdî’ye kadar ulaşan bir silsilesi bulunmaktadır (Zebîdî, ʿİḳd, s. 60). Kassâriyye (Melâmiyye) silsilesi Hz. Ebû Bekir’den geldiği için Sıddîkıyye’nin bir kolu sayılmakla birlikte (Harîrîzâde, III, vr. 73b, 140a, 142b) sonraki yüzyıllarda bir tarikat şeklinde değil benimsediği melâmet anlayışı ile çeşitli tarikatlarda bir neşve olarak varlığını sürdürmüştür. Ayrıca ilk dönemden itibaren VI. (XII.) yüzyıla kadar Ebû Hâşim el-Kûfî’ye nisbetle Kûfiyye, Ma‘rûf-i Kerhî’ye nisbetle Ma‘rûfiyye, Hallâc-ı Mansûr’a nisbetle Mansûriyye, Ebû Tâlib el-Mekkî’ye nisbetle Ebûtâlibiyye, Ebû Ali ed-Dekkāk’a nisbetle Dekkākıyye, Hâce Abdullâh-ı Herevî Ensârî’ye nisbetle Hereviyye (Ensâriyye), Ebü’l-Kāsım b. Ramazan’a nisbetle Kāsımiyye gibi birçok tarikat zuhur etmiştir. Zebîdî, silsilesi Hz. Ali ve Kümeyl b. Ziyâd’dan gelen Kāsımiyye’nin Sadreddin Konevî’ye varan bir silsilesini vermiştir (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 251).
Klasik Dönemden Sonra Tarikatlar (VI./XII. yüzyıl sonrası). Günümüze ulaşan tarikatların çoğu bugünkü adları ve yapılarıyla; kendilerine has evrâd, ezkâr, âdâb, erkân, tekke ve vakıf gibi kurumlarıyla VI. (XII.) yüzyıl ve sonrasında teşekkül etmiş, zamanla her biri onlarca kola ve şubeye ayrılarak dünyanın pek çok yerine yayılmıştır. Bu tarikatlardan ekserisinin silsilesi Hz. Ali’ye dayanmakla birlikte silsilesi Hz. Ebû Bekir’den gelen Nakşibendiyye’nin aynı zamanda Ali’den ve silsileleri Hz. Ali’den gelen Mevleviyye, Bayramiyye, Zeyniyye gibi tarikatların aynı zamanda Ebû Bekir’den gelen silsileleri vardır. Bedeviyye tarikatının silsilesi Hz. Ali ve Enes b. Mâlik’ten gelmektedir (Baş, s. 262-263). VI. (XII.) yüzyıldan sonra pîr kavramı kurumsal bir anlam kazanmış, tarikat kurucusuna pîr ya da pîr-i tarîkat adı verilmiştir. Bazı tarikatlarda tarikat kurucusuna “pîr-i evvel”, bunun prensiplerine bağlı kalıp düşünce, âdâb ve erkân açısından tarikatta bir kısım yenilikler yapana “pîr-i sânî” denilmiştir. Tarikat pîrinin türbesinin bulunduğu dergâha “pîr evi, pîr makamı, huzur, huzûr-i pîr” gibi adlar verilmiştir. VI. (XII.) yüzyıldan önceki dönemde tasavvufî kavramlar daha sade bir dille anlatılırken bu yüzyıldan sonra vahdet-i vücûd, aşk ve mârifet merkezli tasavvuf anlayışına dair yeni terimler oluşturulmuş, ayrıca eskilerine yeni anlamlar yüklenmiştir. İstimdat, istigāse, râbıta, himmet, halife, silsile gibi terimler de bu dönemde yaygın biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Devrin ilk tarikatlarından Abdülkādir-i Geylânî’ye nisbet edilen Bağdat merkezli Kādiriyye ile Ahmed er-Rifâî’ye nisbet edilen Batâih merkezli Rifâiyye Irak’ta kurulmuştur. Ebû Hafs Şehâbeddin es-Sühreverdî’ye nisbet edilmekle birlikte esas kurucusunun amcası ve şeyhi Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî olduğu belirtilen Sühreverdiyye’nin, Ebü’n-Necîb’in yerine geçen halifelerinden Ebû Reşîd Kutbüddin el-Ebherî’ye nisbet edilen Ebheriyye’nin de aynı dönemde Bağdat’ta teşekkül ettiği görülmektedir. Sa‘deddin el-Cebâvî’ye nisbet edilen Sa‘diyye ise Dımaşk merkezli olarak Suriye’de ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’da teşekkül eden bu tarikatlarla birlikte aynı yüzyılda Ahmed Yesevî’ye nisbet edilen Yeseviyye, Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’ye nisbet edilen Hâcegân (Nakşibendiyye), Necmeddîn-i Kübrâ’ya nisbet edilen Kübreviyye tarikatları Orta Asya’da, Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin’e nisbet edilen Medyeniyye Kuzey Afrika’da kurulmuştur.
İslâm dünyasının en yaygın tarikatlarından olan Kādiriyye, zamanla meydana gelen elliye yakın koluyla birlikte başta Irak olmak üzere Ortadoğu, Afrika, Endülüs, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Çin, Endonezya, Hicaz, Anadolu, Balkanlar, Kuzey Kafkasya, Orta Asya, Doğu Türkistan gibi bölgelerde yayılmıştır. Doğu Afrika’ya giren en eski tarikatın Kādirîlik olduğu belirtilmektedir. Kādiriyye’nin ulaştığı bölgelerde birçok ihtidâ hadisesi görülmektedir. Abdülkādir-i Geylânî’nin torunlarından Seyyid Seyfeddin’in 824’te (1421) gittiği Hindistan’ın Sind şehrinde 700’den fazla ailenin ihtida ettiği, Geylânî’ye nisbetle Abdülkādir-i Sânî diye anılan Kādirî şeyhinin çabalarıyla XVI. yüzyılda birçok Hintli’nin müslüman olduğu kaydedilmektedir.
Güney Irak’ta Batâih bölgesinde kurulan Rifâiyye buradan Suriye, Hicaz, Yemen, Mısır ve bazı Anadolu şehirlerine yayılmıştır. Otuza yakın kola sahip olan tarikatın VII. (XIII.) yüzyılda Ebü’s-Suûd b. Ebü’l-Aşâyir el-Vâsıtî el-Bâdirînî’ye nisbetle teşekkül eden Suûdiyye kolundan XII. (XVIII.) yüzyıla ve sonrasına ulaşan birkaç silsilesi kaydedilmiştir (Zebîdî, ʿİḳd, s. 67-68; Harîrîzâde, II, vr. 138b-140a). Rifâiyye’nin İstanbul’da yayılışı XVIII. yüzyılda başlamış, XIX. yüzyılın sonlarıyla birlikte Anadolu, Balkanlar, Afrika, Endonezya ve Hindistan’da yaygın hale gelmiştir. Günümüzde Mısır, Suriye, Yemen, Irak, Türkiye ve Balkan ülkelerinde varlığını sürdüren tarikat Balkanlar’dan Avrupa ülkelerine, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya’ya kadar ulaşmıştır.
Bağdat merkezli Sühreverdiyye tarikatı Irak’la birlikte Suriye, İran, Pakistan, Hindistan, Çin, Türkistan bölgelerinde yayılmış, zamanla Hindistan’ın en yaygın tarikatından biri haline gelmiştir. Mültan’da şeyhülislâmlık makamına tayin edilen Sühreverdiyye şeyhi Bahâeddin Zekeriyyâ’nın irşad faaliyetleri sonucu birçok Hindu’nun müslüman olduğu, bölgedeki Karmatîler’in etkisini yitirdiği, Bengal’de faaliyet gösteren Celâleddin et-Tebrîzî’nin gayretleriyle birçok Hindu ve Budist’in ihtida ettiği, bu anlamda tarikatın en büyük etkisini Keşmir’de gerçekleştirdiği görülmektedir. Türkistan’dan Keşmir’e giden Seyyid Şerefeddin Bülbül Şah burada Budist lideri Prens Rinçana’nın İslâmiyet’i kabul etmesini sağlamış, Sadreddin adını alan Rinçana ile birlikte tebaasından yaklaşık 10.000 kişi İslâm’a girmiştir. Kuzey Çin’de de (Hıtay) Sühreverdiyye şeyhi Burhâneddin Sâgarçî vasıtasıyla birçok kimse ihtida etmiştir. Sühreverdiyye Hindistan’dan Bengladeş, Afganistan, Suriye, Mısır ve Anadolu’ya yayılmıştır. Sühreverdiyye’nin bir kolu olan Zeyniyye XV. yüzyılın ilk yarısında Herat’ta kuruluşunun ardından Horasan, Hicaz, Suriye, Mısır, Anadolu ve Rumeli’de çok geniş çevreyi etkisi altına almıştır. Günümüzde Sühreverdiyye mensuplarının Keşmir, Afganistan ve Irak’ta varlığını sürdürdüğü belirtilmektedir.
Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin silsilesi, halifelerinden yeğeni Ebû Hafs Şehâbeddin es-Sühreverdî ile Sühreverdiyye (Şihâbiyye) adını almakla birlikte Ebü’n-Necîb’in yerine geçen halifesi Kutbüddin el-Ebherî ile de Ebheriyye tarikatı teşekkül etmiştir. Kutbüddin el-Ebherî’den sonra silsile Rükneddîn-i Sücâsî vasıtasıyla Evhadüddîn-i Kirmânî’ye ulaşmış ve bu silsileden Evhadiyye tarikatı doğmuştur. Rükneddîn-i Sücâsî’nin ardından Şehâbeddin Mahmûd ve Cemâleddîn-i Tebrîzî ile İbrâhim Zâhid-i Geylânî’ye ulaşan silsileden Zâhidiyye tarikatı meydana gelmiştir. Esmâ zikriyle seyrüsülûk usulünü tesbit eden şeyh olarak bilinen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, İran’ın Gîlân (Geylân) bölgesinde, Şirvan, Güştâsfî, Kura, Doğu Azerbaycan ve Horasan’da irşad faaliyetleriyle tanınmış, kendisine nisbet edilen Zâhidiyye tarikatından Safeviyye ve Halvetiyye adlı iki önemli tarikat doğmuştur. Rükneddîn-i Sücâsî’den sonra Asîlüddin Abdullah-ı Şîrâzî ile devam eden silsileden XV. yüzyılda Muhammed Şahâlem b. Ebû Muhammed’e nisbet edilen Şahâlemiyye kolu teşekkül etmiştir. Öte yandan Sühreverdiyye’nin Zeyniyye’ye ulaşan silsilesinde yer alan Yûsuf b. Abdullah b. Ömer el-Acemî’ye nisbetle VIII. (XIV.) yüzyılda Acemiyye tarikatı ortaya çıkmıştır. Zebîdî, Acemiyye’nin X. (XVI.) yüzyıla kadar gelen silsilesini kaydeder (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 229).
İbrâhim Zâhid-i Geylânî’nin halifesi Safiyyüddîn-i Erdebîlî’ye nisbet edilen ve Erdebil şehrinde kurulduğu için Erdebîliyye diye de anılan Safeviyye tarikatı Azerbaycan başta olmak üzere Dest-i Kıpçak, Kırım, Gîlân, Gürcistan, Taberistan (Mâzenderan), Horasan, Buhara, Türkmenistan, Türkistan, Karahıtay, Çin Türkistanı, Hindistan, Serendib (Seylan), İran, Irak, Suriye, Lübnan, Hicaz, Anadolu ve Rumeli gibi çok geniş bir bölgeye yayılmıştır. Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin torunu, Hâce Ali unvanıyla tanınan Alâeddîn-i Erdebîlî zamanında yaygınlığı ve etkisi zirveye çıkan tarikat, Hâce Ali’nin torunu Cüneyd-i Safevî ile birlikte siyasî yönü ağır basan ve Anadolu’daki Şiîliğe meyilli oymakları taraftarları arasına katmak için Şiîliğe temayül gösteren bir teşkilât haline gelmiş, sonuçta Safeviyye tarikatı İran’da XVI. yüzyılın başında Şiî İsnâaşeriyye’nin resmî mezhep olarak kabul edildiği Safeviyye devletine dönüşmüştür. Hâce Ali’nin Anadolu’daki halifelerinden Somuncu Baba (Hamîdüddin Aksarâyî) vasıtasıyla devam eden silsileden XV. yüzyılda Sünnî esaslara dayalı Bayramiyye tarikatı doğmuştur. Hacı Bayrâm-ı Velî’ye nisbet edilen Ankara merkezli Bayramiyye, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin vefatından sonra halifelerinden Akşemseddin’e nisbet edilen Şemsiyye ve Ömer Dede Sikkînî’ye nisbet edilen Melâmiyye adıyla iki kola ayrılmış, XVII. yüzyılın ilk yarısında Aziz Mahmud Hüdâyî’ye nisbet edilen Celvetiyye kolu ortaya çıkmıştır. Birçok tarikat şeyhi gibi İstanbul’un fethine katılan Akşemseddin’in Fâtih Sultan Mehmed’e yazdığı, gayret ve sabır tavsiye eden mektupları ile fethin gerçekleşmesinde ciddi katkısının bulunduğu belirtilmektedir. Daha çok Anadolu topraklarında yayılan BayramiyyeCelvetiyye kolu vasıtasıyla Balkanlar’da da yaygınlık kazanmıştır. Bir Türk şeyhi tarafından kurulan Bayramiyye’nin yanı sıra aynı yüzyılda yine bir Türk tarikatı olduğu belirtilen Abdülganî Pîr Babaî’nin tesis ettiği Babaiyye hakkında (Rinn, s. 38; İA, XII/1, s. 5) yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Halvetiyye tarikatının kurucusu Ömer el-Halvetî, İbrâhim Zâhid-i Geylânî’nin halifelerinden Hârizm’de faaliyet gösteren amcası Ahî Muhammed Halvetî’nin yanında yetişmiş, ondan icâzet aldıktan sonra faaliyetini Tebriz’de sürdürmüştür. Tarikatta ikinci pîr kabul edilen Yahyâ-yı Şirvânî ile Halvetiyye Azerbaycan topraklarında ciddi gelişme göstermiş, buradan Anadolu’ya, Balkanlar, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Sudan, Habeşistan ve Güney Asya’ya yayılarak kırkı aşkın koluyla İslâm dünyasının en etkili tarikatlarından biri haline gelmiştir. Cezayir’in en yaygın tarikatı olan Halvetiyye’nin Rahmâniyye kolu, 1830’da Fransa’nın Cezayir’i işgali sürecinde Fransızlar’a karşı en fazla direniş gösteren tarikat olmuş, 1870’te ortaya çıkan Muhammed el-Mukrânî’nin baş kaldırısına da en büyük destek, Saddûk Zâviyesi şeyhi Muhammed Ameziyân b. Haddâd ve oğlu Şeyh Azîz tarafından verilmiştir. Halvetiyye’nin birçok kolu bugün Türkiye, Suriye, Mısır, Balkanlar ve Kuzey Afrika ülkelerinde faaliyetlerini sürdürmektedir.
VI. (XII.) yüzyılda Suriye’de kurulan Şam merkezli Sa‘diyye tarikatı Sa‘deddin el-Cebâvî’ye nisbet edilmiştir. Kuruluşuyla birlikte Şam ve çevresinde yayılan tarikat ilk dönemlerinde Filistin’in Kudüs, Akkâ, Safed, Halîl ve Nablus şehirlerinde Haçlılar’a karşı fiilî mücadele içine girmiş, dolayısıyla bu şehirlerde geniş taraftar bulmuştur. Sa‘diyye XVI. yüzyıldan itibaren Şam merkez olmak üzere Hama, Humus, Halep, Akkâ, Nablus ve Sayda şehirlerinde, XVIII. yüzyılda Mısır, Halep, Şam, Anadolu, İstanbul ve Balkanlar’da yaygınlık kazanmıştır. Sa‘dîler’in Halîl şehrindeki son temsilcilerinden olan Şeyh Ferhân es-Sa‘dî, İzzeddin el-Kassâm ile birlikte Filistin’in kurtuluşu için çalışmış ve 1936’da Filistin’de silâhlı direnişi başlatan grup içerisinde yer almıştır.
VI. (XII.) yüzyılda Orta Asya’da Ahmed Yesevî’ye nisbet edilen Yeseviyye ile Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’ye nisbet edilen Hâcegân tarikatları ve ardından Necmeddîn-i Kübrâ’ya nisbet edilen Kübreviyye teşekkül etmiştir. Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri olan Ahmed Yesevî ile Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’den ilki irşad faaliyetlerini Orta Asya’da göçebe Türk kavimleri arasında yaygınlaştırırken ikincisi Mâverâünnehir’in Buhara gibi eski kültür merkezlerinde faaliyet göstermiştir. Ahmed Yesevî, İslâmiyet’i Türkler’e sevdirmek ve Ehl-i sünnet akîdesini yaygınlaştırmak için yoğun çaba sarfetmiş, Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli nüfuz elde ederek Yesevîliği Sünnî Türkler arasında yaymayı başarmıştır. Ayrıca Rus Tatarları’nın ve Sibirya halkının İslâmlaşması Yesevî dervişleri sayesinde gerçekleşmiştir. Ahmed Yesevî’nin değişik bölgelere gönderdiği pek çok halifesiyle birlikte müridlerinin sayısının 100.000’i geçtiği kaydedilmektedir. Yesevî dervişlerinden Hacı Bektâş-ı Velî VII. (XIII.) yüzyılda Anadolu’ya gelerek Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) dergâhını kurmuş, onun adına nisbetle Bektaşiyye tarikatı doğmuştur. İlk devirlerden itibaren Anadolu ve Rumeli şehirlerinde tesis edilen tekkelerle geniş coğrafyaya yayılan tarikatın başlangıçta derli toplu bir teşkilât yapısına sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Bektaşîlik, ikinci pîr kabul edilen Balım Sultan’la birlikte XVI. yüzyılın başlarından itibaren müstakil bir tarikat hüviyetine kavuşmuştur. Ancak eserlerinden Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sünnî olduğu, dolayısıyla Bektaşîliğin Sünnî esaslara göre teşekkül ettiği halde Balım Sultan tarafından Hurûfî-Şiî unsurların karışımından meydana gelen prensiplerin uygulanmaya konması tarikatın Sünnîlik dışında mütalaa edilmesine yol açmıştır. Osmanlı yönetimi bu haliyle Bektaşîliği benimsememekle birlikte yeniçerilerle olan organik ve gönül bağı sebebiyle üzerlerine gitmemiştir. II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmesinin ardından Bektaşî tekkelerinin faaliyetleri yasaklanmıştır.
Kendisine Hâcegân tarikatı nisbet edilen Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî esas itibariyle Nakşibendiyye’nin kurucusu kabul edilir. Zira Hâcegân tarikatı için Gucdüvânî’nin ortaya koyduğu sekiz prensibe iki asır sonra aynı silsileden Bahâeddin Nakşibend üç prensip daha ilâve etmiş ve VIII. (XIV.) yüzyılla birlikte tarikatın ana silsilesi Nakşibendiyye adını almıştır. Bazı istisnalar dışında İslâm dünyasının hemen her bölgesine yayılan Nakşibendiyye, özellikle Ubeydullah Ahrâr’ın gayretleri sonucu IX. (XV.) yüzyılda Orta Asya’nın en yaygın tarikatı haline gelmiş, Orta Asya’nın doğu, batı ve güneyinde teşekkül eden kollarıyla nüfuzunu arttırmıştır. X. (XVI.) yüzyılda Nakşî şeyhlerinden İshak Velî’nin çalışmalarıyla şamanist Kırgız gruplarının müslüman olduğu, onların faaliyetleriyle İslâmiyet’in Moğollar ve bazı Kazak yöneticileri arasında yayıldığı belirtilmektedir. Tarikat Ubeydullah Ahrâr’ın halifelerinden Kütahyalı Abdullah-ı İlâhî’nin (Molla İlâhî) öncülüğünde IX. (XV.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu ve Rumeli’de yayılmış, zamanla Anadolu, Orta Asya’dan sonra Nakşibendiyye’nin ikinci büyük merkezi haline gelmiştir. İmâm-ı Rabbânî ile birlikte XI. (XVII.) yüzyılda Hindistan’da teşekkül eden Müceddidiyye kolu Nakşibendiyye’yi Hindistan’ın en faal tarikatlarından biri haline getirmiş ve Hint alt kıtası tarikatın üçüncü büyük merkezi olmuştur. İmâm-ı Rabbânî’nin dîn-i İlâhî adıyla yeni bir din kuran Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah’a ve onun yerine geçen oğlu Cihangir’e karşı gerçekleştirdiği mücadele sonucu İslâmiyet’in zaman içinde Hint yarımadasında yok olmaktan kurtulduğu kaydedilmektedir. Kuzeybatı Çin’de en etkili tarikat olan Nakşibendiyye, 1747’de Konfüçyanizm’i tehdit eden zararlı bir doktrin nitelemesiyle King hânedanına şikâyet edilmiş, ancak bundan bir sonuç alınamamıştır. Çin’de cumhuriyet ve komünizm dönemlerinde de en dinamik müslüman grup 1950’li yılların sonuna doğru etkisi Hebei, Shaanxi, Gansu, Ningxia, Yunnan, Sincan ve Jilin’e kadar yayılan Nakşibendiyye’dir. 1958’de komünist hükümet Nakşibendî şeyhi Ma Zhenwu’ya karşı çeşitli suçlamalarda bulunmuş, devletin baskısı ve asimilasyon politikaları Çin’de tarikatların, dolayısıyla İslâm’ın yayılmasını engellemiştir. XIII. (XIX.) yüzyılın ilk yarısında Hâlid el-Bağdâdî ile oluşan Hâlidiyye kolu hemen hemen bütün Arap topraklarında, Türkiye’de ve Kürtler’in yoğun olduğu bölgelerde Müceddidîliğin yerini almıştır. Doğrudan Müceddidîliğe bağlı bazı silsilelerle Hâlidiyye’ye bağlı birçok silsile günümüzde özellikle Türkiye’de varlığını ve buradan dünyanın çeşitli bölgelerine yayılışını sürdürmektedir.
Hârizmli Necmeddîn-i Kübrâ’ya nisbet edilen Kübreviyye, Yeseviyye ve Hâcegân ile (Nakşibendiyye) birlikte Orta Asya kökenli üç büyük tarikattan biridir. 580 (1184) yılında teşekkül etmeye başlayan bu tarikat Hârizm merkezli olarak Orta Asya’dan Afganistan, Hindistan, Çin, Güneydoğu Asya, İran, Irak, Suriye ve Anadolu’ya kadar geniş bir alanda yaygınlık kazanmıştır. Kübrevî dervişlerinin ulaştıkları bölgelerdeki gayretleriyle birçok ihtidânın meydana geldiği görülmektedir. Necmeddîn-i Kübrâ’nın önde gelen halifelerinden Seyfeddin el-Bâharzî, yaklaşık kırk yılını geçirdiği Buhara ve çevresindeki faaliyetleri sırasında İslâm’a ısındırmak için Moğollar’la yakın münasebetler kurmuş, bu amaçla Çağatay Han’ın veziri Kutbüddin Habeş Amîd’e bir mektup göndermiştir. Ayrıca ileride Altın Orda’nın sultanı olacak Berke’nin Buhara’yı ziyareti sırasında İslâm’ı benimsemesinde etkili rol oynamıştır. Nûreddin Abdurrahman el-İsferâyînî’nin Bağdat’ta gerçekleştirdiği faaliyetlerle hilâfetin eski merkezinde İslâm’ın otoritesini yeniden tesis etmeyi hedeflediği belirtilmekte, bu amaçla Argun’un yahudi veziri Cemâleddin ve diğer vezirlerle bağlantı kurduğu, Vezir Sa‘deddîn-i Sâvecî’yi müridleri arasına katmayı başardığı, Gāzân Han ve Olcaytu’ya hitaben risâleler kaleme aldığı zikredilmektedir.
Thank you for visiting our website wich cover about DKAB. We hope the information provided has been useful to you. Feel free to contact us if you have any questions or need further assistance. See you next time and dont miss to bookmark.