Sagot :
GİRİŞ
Her yazarın, ozanın, ressamın, yontucunun (heykelci), sinema yapımcısının yaşamı, yaşamdan edindiği düşünceleri, dünya görüşü, –kısaca– sınıf savaşımında tuttuğu yer ile yapıtları arasında bir koşutluk (paralellik) vardır. O gerek kendi yaşamından, gerekse –genel olarak– yaşamın bütününden algıladıklarını, kavradıklarını, bu algılama ve kavrayış sonunda ulaştığı dünya görüşü ve sınıf savaşımında tuttuğu yer doğrultusunda, fakat bir sanat potası içinde sürekli yoğurur. Potada onun gözlemleri, bilgileri, kültürü vb. de vardır. Ama yine de potadaki en canlı, en belirleyici öğe onun dünya görüşüdür, sınıf savaşımında tuttuğu yandır.
Bu yoğurma sırasında sanatçı sanki bir esrime içindedir. İçi dışı sevgi doludur, umut doludur; öfke, kin yüklüdür. Sonunda ortaya kan ter içinde bir edebiyat ürünü, bir resim, bir yontu, bir müzik parçası, bir sinema yapıtı çıkar.
Neden böyledir bu? Neden bir sanat yapıtında onun yaratıcısını, o yaratıcının kafasının içindekileri de görürüz? Sanatçı kendini çevresinden yalıtan bir vazoda, bir serada, bir şatoda değildir de ondan. İçinde kendinin de yer aldığı gürül gürül akıp duran kocaman bir yaşam vardır orta yerde. Haksızlıkları, sömürüsü sürgünü, iyilikleri yiğitlikleri ile akıp giden bir yaşam… Sanatçı işte o yaşamın içindedir. İşi de bize onu anlatmaktır. Ancak onu anlatmak, sergilemek sanatçının ilk işidir. Usta sanatçılar bununla kalmazlar, bize yaşamın diyalektiğini de kavratırlar. Güzel bir yaşamın düşlerini, düşüncelerini aşılarlar. Daha iyi bir yaşamın yollarını gösterirler. Öylesi bir yaşama ulaşmak için istek uyandırırlar içimizde. Bu isteği eyleme dönüştürmede direnç verirler, güç katarlar bize. Yeryüzünün en büyük haksızlığı, en büyük alçaklığı olan sömürüye karşı bizi daha savaşkan yaparlar.
Bir yazar ya da bir ozan yaşamla sımsıkı bir bağ içindedir. Duygularını, etkileşimini, düşüncelerini, davranış biçimlerini, her şeyini ondan alır. Bu da onun yaşamı ile yapıtlarının bütünleşmesi demektir. Nazım Usta’nın deyimiyle “Şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir. Şair bulutlarda uçtuğunu vehmeden (sanan / Fazlı Karağılı - FK) dejenere (soysuz, yoz / FK) değil, hayatın içinde, hayatı teşkilatlandıran bir vatandaştır.” (“Yaşamı ve Yapıtlarıyla Nazım Hikmet”, Ekber Babayef, Cem Yayınevi 1976, s. 141)
Ama bir ozan, bir öykü, bir roman yazarı yaşamı ya da çözümlediği bir yaşam parçasını olduğu gibi aktarmaz bize. Öyle olsaydı, sözgelimi, mahkeme tutanaklarının en iyi roman ya da en iyi öykü olması gerekmez miydi? Öyle ya, neler yoktur ki o tutanaklarda… Aşk, hırsızlık, cana kıyma, yalan dolan… Hem de tanıklı tapıklı. Ama kimse o tutanakları alıp roman, öykü diye okumaz. Çünkü bir romancı ya da öykücü yansıtmasına yansıtır yaşamı, ama ondan ayıklamalar da yapar, kendinden katkılar da katar. En önemlisi de, çözümlediği olaya bir doğrultu verir. Okuru düşündüren, etkileyen, değiştiren, geliştiren de işte bu doğrultudur.
Söylediklerimiz öteki sanatlar için de, örneğin resim için de geçerlidir. Ressam bir doğa parçasını, bir canlıyı, bir nesneyi olduğu gibi kondurmaz tualine. Bunu yapan fotoğraftır. Oysa ressam fotoğrafçının yaptığı işi yapmaz. O da tıpkı bir ozan, bir romancı, bir öykücü gibi ayıklamacıdır. Kopyacı değildir.
Hani bir öykü vardır:
Adamın biri, tarladaki bir ağacın karşısına geçmiş, ağacın resmini yapmaya başlamış. Kuşlarla yüklüymüş ağaç. Adam çizmiş etmiş, boyamış; sonunda bitirmiş resmini. Öylesine benzetmiş ki resmini tarladaki ağaca, sonunda kuşlar tarladaki ağaçtan kalkmışlar, adamın resmindeki ağaca konmaya başlamışlar.
GİRİŞ
Her yazarın, ozanın, ressamın, yontucunun (heykelci), sinema yapımcısının yaşamı, yaşamdan edindiği düşünceleri, dünya görüşü, –kısaca– sınıf savaşımında tuttuğu yer ile yapıtları arasında bir koşutluk (paralellik) vardır. O gerek kendi yaşamından, gerekse –genel olarak– yaşamın bütününden algıladıklarını, kavradıklarını, bu algılama ve kavrayış sonunda ulaştığı dünya görüşü ve sınıf savaşımında tuttuğu yer doğrultusunda, fakat bir sanat potası içinde sürekli yoğurur. Potada onun gözlemleri, bilgileri, kültürü vb. de vardır. Ama yine de potadaki en canlı, en belirleyici öğe onun dünya görüşüdür, sınıf savaşımında tuttuğu yandır.
Bu yoğurma sırasında sanatçı sanki bir esrime içindedir. İçi dışı sevgi doludur, umut doludur; öfke, kin yüklüdür. Sonunda ortaya kan ter içinde bir edebiyat ürünü, bir resim, bir yontu, bir müzik parçası, bir sinema yapıtı çıkar.
Neden böyledir bu? Neden bir sanat yapıtında onun yaratıcısını, o yaratıcının kafasının içindekileri de görürüz? Sanatçı kendini çevresinden yalıtan bir vazoda, bir serada, bir şatoda değildir de ondan. İçinde kendinin de yer aldığı gürül gürül akıp duran kocaman bir yaşam vardır orta yerde. Haksızlıkları, sömürüsü sürgünü, iyilikleri yiğitlikleri ile akıp giden bir yaşam… Sanatçı işte o yaşamın içindedir. İşi de bize onu anlatmaktır. Ancak onu anlatmak, sergilemek sanatçının ilk işidir. Usta sanatçılar bununla kalmazlar, bize yaşamın diyalektiğini de kavratırlar. Güzel bir yaşamın düşlerini, düşüncelerini aşılarlar. Daha iyi bir yaşamın yollarını gösterirler. Öylesi bir yaşama ulaşmak için istek uyandırırlar içimizde. Bu isteği eyleme dönüştürmede direnç verirler, güç katarlar bize. Yeryüzünün en büyük haksızlığı, en büyük alçaklığı olan sömürüye karşı bizi daha savaşkan yaparlar.
Bir yazar ya da bir ozan yaşamla sımsıkı bir bağ içindedir. Duygularını, etkileşimini, düşüncelerini, davranış biçimlerini, her şeyini ondan alır. Bu da onun yaşamı ile yapıtlarının bütünleşmesi demektir. Nazım Usta’nın deyimiyle “Şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir. Şair bulutlarda uçtuğunu vehmeden (sanan / Fazlı Karağılı - FK) dejenere (soysuz, yoz / FK) değil, hayatın içinde, hayatı teşkilatlandıran bir vatandaştır.” (“Yaşamı ve Yapıtlarıyla Nazım Hikmet”, Ekber Babayef, Cem Yayınevi 1976, s. 141)
Ama bir ozan, bir öykü, bir roman yazarı yaşamı ya da çözümlediği bir yaşam parçasını olduğu gibi aktarmaz bize. Öyle olsaydı, sözgelimi, mahkeme tutanaklarının en iyi roman ya da en iyi öykü olması gerekmez miydi? Öyle ya, neler yoktur ki o tutanaklarda… Aşk, hırsızlık, cana kıyma, yalan dolan… Hem de tanıklı tapıklı. Ama kimse o tutanakları alıp roman, öykü diye okumaz. Çünkü bir romancı ya da öykücü yansıtmasına yansıtır yaşamı, ama ondan ayıklamalar da yapar, kendinden katkılar da katar. En önemlisi de, çözümlediği olaya bir doğrultu verir. Okuru düşündüren, etkileyen, değiştiren, geliştiren de işte bu doğrultudur.
Söylediklerimiz öteki sanatlar için de, örneğin resim için de geçerlidir. Ressam bir doğa parçasını, bir canlıyı, bir nesneyi olduğu gibi kondurmaz tualine. Bunu yapan fotoğraftır. Oysa ressam fotoğrafçının yaptığı işi yapmaz. O da tıpkı bir ozan, bir romancı, bir öykücü gibi ayıklamacıdır. Kopyacı değildir.
Hani bir öykü vardır:
Adamın biri, tarladaki bir ağacın karşısına geçmiş, ağacın resmini yapmaya başlamış. Kuşlarla yüklüymüş ağaç. Adam çizmiş etmiş, boyamış; sonunda bitirmiş resmini. Öylesine benzetmiş ki resmini tarladaki ağaca, sonunda kuşlar tarladaki ağaçtan kalkmışlar, adamın resmindeki ağaca konmaya başlamışlar.
Thank you for visiting our website wich cover about Türkçe. We hope the information provided has been useful to you. Feel free to contact us if you have any questions or need further assistance. See you next time and dont miss to bookmark.