çalı kuşu kitabının olay örgüsünü yazarmısınız olay örgüsünden başka bişey yazanı şikayet ederim



Sagot :

 Çalıkuşu Romanının Özeti (Olay Örgüsü)

Birinci Kısım

Kâmran ve İstanbul’dan ayrılan Feride, “yabancı bir şehirde yabancı bir otel odasında, sırf bitip tükenmeyecek gibi görünen bir gecenin yalnızlığına karşı koymak için” (s.7) hatıralarını yazmaktadır.

Feride’nin hatırladığı ilk şey, iki buçuk yaşında iken Musul’da yaşadığı günlerdir. Annesi çok hasta olduğu için kendisine Fatma adında bir Arap kadını bakar. Fatma, Feride ile yakından ilgilenir. Feride dört yaşındayken Fatma evlenir. Dadısından ayrıldığı için Feride çok üzülür, sesi kısılana kadar bağırır, çığlık atar, günlerce açlık grevi yapar. Feride’ye dadısının acısını, Hüseyin adındaki bir süvari neferi unutturur. Hüseyin, eğitim sırasında attan düşerek sakat kalmış bir askerdir. Feride’nin babası, bu askeri kendi evinde görevlendirir. Hüseyin, Feride ile sabah akşam yorulana kadar oynar, türlü yaramazlıklar yapar. Ahırdan at çalarak Feride’yi kırlarda dolaştırır. Feride’nin Hüseyin’le olan arkadaşlığı iki sene sürer.

Feride’nin babası Nizamettin Bey, bir süvari binbaşısıdır. Feride babasıyla ilgili olarak “Babam, bende biraz vahşi tabiatlı sert bir asker hatırası bırakmıştır.” (s.13) der. Evlendikleri yıl Diyarbakır’a gönderilen Nizamettin Bey, oradan Musul’a, Hanıkın’a, Bağdat’a, Kerbela’ya geçer. Feride’nin annesi hasta ve zayıf bir kadın olduğu için bitip tükenmez yolculuklara, dağların sert havasına, çöllerin ateşine fazla dayanamaz.

Feride altı yaşındayken annesini kaybeder. Nizamettin Bey, Feride’yi babaannesinin yanına gönderir. Feride, İstanbul’a Hüseyin’le beraber gelir. Bu kılıksız Arap neferiyle yolculuk etmekten büyük zevk alır. Feride, Türkçe bilmediği için, vapurdayken insanların konuşmalarını anlamaz. Hüseyin, bahçede bahçıvan odasında kalır. Feride, Hüseyin’le olan çöldeki yaşamını burada da devam ettirir. Bir gün, büyükannesi sabaha karşı uyanıp da Feride’yi yatağında göremeyince çılgına döner. Bütün yalı ayağa kalkar. Ellerinde şamdan ve lâmbalarla Feride’yi ararlar. Onu, Arap neferin boynuna sımsıkı sarılarak uyumuş hâlde bulurlar. Feride, bu çok sevdiği çocukluk arkadaşından da bir süre sonra ayrılır. Hüseyin’i ayıplanacak bir vefasızlıkla zihninden silip atar. Bununla beraber Hüseyin’in Beyrut’tan gönderdiği hurmaları büyük bir keyifle yer.

Feride, yaptığı yaramazlıklarla büyükannesine rahatlık vermez.

Zavallı büyükannem şaşkına dönmüştü. Benimle başa çıkmak hakikaten imkânsızdı. Sabah karanlığında uyanır, gece yorgunluktan baygın düşünceye kadar gürültü ve yaramazlık ederdim. Sesim kesildiği vakit yalıyı âdeta telâş alırdı. Çünkü bu, benim ya bir yerimi keserek sessiz sedasız kanımı dindirmeye çalıştığıma, ya bir yerden düşerek acıdan bağırmamak için kıvrandığıma, yahut da sandalye ayaklarını testerelemek, minder örtülerini boyamak gibi muzır bir işle meşgul bulunduğuma delalet ederdi.

Bir gün kuşlara bez ve tahta parçalarıyla yuva yapmak için ağaçların tepesine çıkar, bir başka gün ocak bacasından taş atıp aşçıyı korkutmak için dam tepelerine tırmanırdım.

Yalıya ara sıra bir doktor gelip giderdi. Bir gün kapıda bu doktoru bekleyen boş arabaya atlayarak hayvanları kamçılamış, bir başka gün de kocaman bir çamaşır teknesini sürüye sürüye denize indirmiş, kendimi akıntıya salıvermiştim. Bilmem başkalarında da öyle midir? Bizim ailede öksüzlere el sürmek günah sayılırdı. (...)

Akrabalarımla bir türlü geçinemezdim. Yaşça kendimden çok büyük olan akraba çocuklarını bile yıldırmıştım. Binde bir içimde bir sevgi dalgası kabaracak olursa bu da ayrı bir felâketti. İnsan gibi sevmeyi, sevdiğini güzel güzel okşamayı öğrenmemiştim. Sevdiğim insanın üstüne bir canavar yavrusu gibi atılır, kulaklarını ısırır, yüzünü tırmalar, tartaklaya tartaklaya şaşkına çevirirdim. (s.17-18)

Feride, akraba çocukları arasında yalnız birine karşı çekingenlik duyar: Besime teyzesinin oğlu Kâmran. Kendisinden yaşça büyük olan Kâmran, uslu ve ağırbaşlıdır. Fakat Feride, onunla da kavga eder; bir kaya parçasını onun ayağına bırakır, sonrada yakalanmamak için ağaca tırmanır, ortalık kararıncaya kadar da bir kuş gibi orada tünemek zorunda kalır.

Feride, dokuz yaşında büyükannesini kaybeder. Dokuz yaşında bir kız çocuğunu peşine takıp dağ taş sürüklemek istemeyen Nizamettin Bey, onu teyzelerinin yanına da bırakmaya yanaşmaz. Feride’nin bir sığıntı konumuna düşmesinden korkar. En sonunda Feride’yi yatılı olarak Dam dö Sion adlı kız mektebine verir.

Çocukluğundan beri bir hayli hareketli ve yaramaz olan Feride’nin evdeki haşarılıkları okulda da devam eder. Kısa sürede Feride’nin adının “Çalıkuşu”na çıkması bu nedenledir.

Herkes gibi merdivenlerden inip çıkmak benim için değildi. Mutlaka bir köşeye sinerek arkadaşlarımın inmesini bekler, sonra ata biner gibi tırabzanın üzerine atlayarak kendimi yukarıdan aşağıya kapıp koyuverirdim. Yahut da ayaklarımı birbirine yapıştırarak zıplaya zıplaya basamakları atlardım.

Bahçede kuru bir ağaç vardı. Fırsat buldukça oraya tırmandığımı ve tehditlere kulak asmadan teneffüs sonuna kadar daldan dala atladığımı gören muallim, bir gün: “Bu çocuk, insan değil, çalıkuşu.” diye bağırmıştı.

İşte o günden sonra adım unutulmuş ve herkes beni “Çalıkuşu” diye çağırmaya başlamıştı. 
Bilmem nasıl, sonradan bu isim, aile arasında aldı yürüdü ve Feride adı bayram elbiseleri gibi pek sayılı günlerde kullanılan resmî bir ad olarak kaldı. (s.20)

Feride, yaz tatillerini Besime teyzesinin Kozyatağı’ndaki köşkünde geçirir. Feride’yi köşkte en fazla ilgilendiren kişi, teyzesinin oğlu Kâmran’dır.

Çalı Kuşu Romanı Özet

ROMANDAN ALINTI




... İki saat sonra muhtar, Munise’ nin babasıyla beraber mektebe geliyordu. Ben bu adamı fena çehreli, korkunç, zalim bir adam diye tasavvur ediyordum. Halbuki ufak tefek, hasta, yorgun bir ihtiyardı. Bana, İstanbul’ lu olduğunu, fakat kırk seneden beri memleketini görmediğini söyledi. Eski bir rüyayı anlatır gibi tereddütlerle Sarıyer’ den, Aksaray’ dan bahsetti. Munise’ yi bana vermeye razı oluyordu; fakat ona pek cok acıdığını hissettim. Çocuğu mesut etmek için elimden geleni yapacağımı, onu daima kendisine göstereceğimi vaadettim.
Zeyniler’ in fakir, karanlık mektebi bu güne kadar, böyle bir kavram, böyle şenlik görmedi. Bundan eminim. Munise ile sevincimizden odalara, sofalara, sığamıyorduk. Kahkahalarımız, saçaklardan uyuşmuş kuşları uyandırıyor gibi tavanlardan şen cıvıltılar geliyordu.
Munise, birkaç saat içinde nazlı bir küçük hanım halini almıştı. Al faniladan bir elbisem vardı ki, ben giyemezdim. Onu bir parça daraltıp kısaltarak ona koket bir kostüm yaptım. Kız bu elbise içinde, nasıl anlatayım, bir içim su, ağza alınınca eriyen fondan şekerleri gibi bir şey oldu.
Kar, bir gün evvelki şiddetini kaybetmekle beraber hala devam ediyordu. Akşamdan evvel, çocuğu elinden tutarak bahçeye çıkardım. Hatice hanım, Zeyni baba’ nın kandillerini yakmaya gidinceye kadar gezdik, birbirimizi kovaladık, mezar taşları arasında top muharebesi yaptık.
Neşemiz, ihtiyar kadının çatık yüzünü bile güldürmüştü: Haydi artık içeri girin, üşüyeceksiniz, hasta olacaksınız derken tatlı tatlı sırıtıyordu.
Üşümek mi? İnsanın içinde güneş yanarken üşümek mi? Bu akşam, gökyüzü bana, batıdan doğuya kadar dallarını uzatmış bir ağaç gibi göründü; yavaş yavaş sallandıkça, üstümüze çiçeklerini döken kocaman bir yasemin ağacı!