Sagot :
HİMMET ÇOCUK
Elvarılar’da ihtiyar bir kılavuz aldık. Köy kısmen yanmış, perişan, herkes fersiz ve şaşkın gözlerle kamyon denilen canavarın bî-lüzum (lüzumsuz) gürültüsüne bakıyordu. Herkesin ruhunda sonu gelmeyen meşakkatin, açlığın, her günün gizli felaket ihtimallerinin yuğurduğu yeis (ümitsizlik) ve lakaydî (kayıtsızlık) vardı. Onun için kimse Uşak’a kadar gelmek istemiyordu. Parayı ne yapacaklardı? Ne alırdı ki? Yalnız zayıf yüzlü bir ihtiyar halsiz bir sesle:
- Ben İney’e kadar yolu biliyorum. Fakat beni Uşak'a götürürseniz ve bana orada bir okka tuz verirseniz gelirim, dedi. Akşam karanlığı basarken kamyon mırıldanarak, homurdanarak Anadolu’nun ıssız, yolsuz beyabanına daldı.
Kamyonda İstanbul gazetecileri vardı. Yunan ordusunun emsalsiz mezaliminin külleri ve facia sahnesi üstünde tetkikat (inceleme) yapacaklar, ben cephenin Yunan mezalimi raporunu hazırlarken onlar da ajansla Türkün felaketini dünyaya bildireceklerdi. Anadolu’da hâkim, insan değil tabiattır. Kuytu ormanlar, batak ovalar, sarp keskin yokuşlar, sonra karanlık kımıldıyormuş gibi insanı keserek, dondurarak esen acı rüzgârın ortasından bin bir zahmetle bilmem kaç saat geçti.
İney, bir derenin yamacından kurşunî bir yangın harabesine inkılâp eden (dönen) bir köydü. Kamyon hırlayarak, çırpınarak köyün yoluna girerken dünyada hilkat-i Âdem (insanın yaratılışı) başlamış gibi etraf insan sesinden, hayatından ariydi (uzaktı). Yalnız bir sürü çakal acı acı, karanlık esiyormuş gibi dereyi yalayıp geçen rüzgârla hem-âhenk uluyordu, içimden: - Eyvah, köyden hepsi gitmiş, nasıl tahkikat yapacağız? diyordum.
Biraz sonra sağda bir kaya kovuğunda kızıl bir alevin önünde ısınan iki haki gölgenin kımıldadığını gördüm. Işığın beyazlattığı taşlı yolda siyah cübbeli, beyaz sarıklı, siyah sakallı bir adamı, arkasındaki henüz ışığın sahasına giremeyen karaltı hâlindeki arkadaşlarından ayrıldı. Hiç unutamayacağım vazıh bir sesle:
- Halide Onbaşı, sizi biz İney İstasyonu’nda bekliyorduk, dedi.
- Geleceğimizi nerden biliyordunuz?
- İstasyonda biliyorlar. Tahkik heyeti gelecek, dediler.
- Şu çocuk sizi şosaya (toprak yol) çıkarsın, dediler.
Yine kamyon hırıldadı, homurdandı, çatırdadı ve karanlığa, rüzgâra daldı.
Anadolu hilkat günlerinin ilk devrelerindeki yoksulluk, harabi ve vasıtasızlık içinde idi. Yeni Türkiye’yi inşa edecek millete, yine Hazret-i Âdem’den sonraki devlere benzeyen kudret ve mesai kabiliyeti lazımdı. Evsiz, ekmeksiz, meyus (ümitsiz) bir halk.. Dünya onların zafer destanını terennüm ederken (mırıldanırken), onlar ölümün gözlerinin içine bakıyorlardı. Memleketi kim yapacak? Nasıl yapacağız? Yanımda tiz fakat sakin bir çocuk sesi:
O
- Burası Kuzgunderesi, teyze
Başımı çevirdim. Küçük, zayıf bir yüzü vardı. Çenesine doğru uzanan ensiz yanağının derileri büzülmüş, çene iskeleti olduğu gibi seçiliyordu. Bu açlık ve yeis içinde başının öyle deruni bir sevimliliği, insanı hayata davet eden bir kudreti vardı ki sordum:
- Himmet, niçin peksimetini yemiyorsun?
- Sonra yerim teyze!
Büyük bir gururla on üç yaşında olduğunu söyledi. Yedi yaşında anasız, babasız, ihtiyar bir nine, genç bir kız kardeş, bir çift öküzle kalmıştı. Öküzlerle kocasız iki kadının tarlalarını senelerce sürmüş, ortakçılık etmiş, ninesini, kardeşini beslemiş, hatta kız kardeşini ere vermişti. Fakat bir gün o havaliye bir hayvan hastalığı gelmiş, iki öküzü birden ölmüştü.
Hikâyenin burası kalbimi burdu. Sordum:
- Ne yaptın?
Sükûnla omuzlarını silkti. Hiç, ne yapacaktı. Öküzsüz çalışmış, gündeliğe gitmiş, dul kadınların tarlalarını sürmüş, üç sene çalışmış ve nihayet iki şişman kocaman dombay almıştı.
Hikâyenin burası yine kalbimi heyecana verdi. Kimsesiz, sekiz dokuz yaşında, kuru Anadolu’da mesaisi ile iki manda alan çocuk, bu benim anladığım, bildiğim kahramanlığın en yüksek derecesi gibi bir şey. Avustralya’yı kuru topraktan mamure hâline sokan (bayındır hâle getiren), vahşi Amerika’yı mesaisi ile yenip medeniyet merkezi yapan ruhlar bu nevi (çeşit) ruhlardır.
Hâlâ Türkiye’yi bu küçük Himmet çocuklar yürütüyor. Belki hâlâ acıları bir çocuğun değil, bir devin kalbi gibi sağlam olan yüreklerinden taşarsa:
- Ah kadın anam ah! Gel de bir kez halımı gör! diyorlar.
(Halide Edip Adıvar)
“Himmet Çocuk” hikâyesindeki olaylar kronolojik bir sıra ile verilmiştir:
1. Yazarın Himmet çocukla karşılaştığı ana kadar gördükleri ve edindiği izlenimler
2. Himmet Çocuk ve onun kişiliği
3. Himmet Çocuk’a benzeyen başka bir Anadolu çocuğu ve çözüm
Bu bölümler arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Bu bölümlerde, Türk milletinin İstiklal Savaşı sırasında yaşadığı felaket anlatılmıştır. Yaşanan bunca felakete rağmen, Himmet Çocuk’un ve onun gibi Anadolu çocuklarının, kurtuluşa giden yolda insanüstü mücadele azimleri, onlara duyulan güvenle birlikte ortaya konmuştur.
Yazar hikâyede bir gazeteci olarak gördüklerini kaydeden bir insan olmanın yanında, Himmet Çocuk’a sevgi ve şefkat gösteren biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten hikâyenin kahramanı sevgi ve takdiri hak eden biridir. O, on üç yaşındadır. Yedi yaşında anasız babasız kalmış, ninesine ve kız kardeşine bakmıştır. Hatta kız kardeşini başgöz etmiştir.
Hikâyeci, İney’e varınca yanına gelen sarıklı, cüppeli, siyah sakallı bir adamla konuşur. Bu zat, halkın yaşadığı ıstırabı derinden hisseden, sorumluluklarının farkında olan, uyanık ve halkın temsilcisi olduğunun bilincinde olan bir imamdır.
Hikâyede mekâna oldukça geniş yer ayrılmıştır. Bunun nedeni, hikâye kahramanları ile Anadolu arasında sıkı bir ilişki bulunmasıdır. “Himmet Çocuk” ile Servet-i Fünûn dönemi hikâyeleri birbirinden farklıdır. Halit Ziya -hikâyeleri kısmen Anadolu’da geçer- ve Hüseyin Rahmi’nin hikâyeleri İstanbul’da geçmesinden dolayı bu hikâyecilerin ve kahramanlarının ufukları son derece dardır. Himmet Çocuk ise Anadolu’yu kurtaracak bir kahraman gibi karşımıza çıkar.
Bu hikâyede görüldüğü gibi, Türk hikâyesinin İstanbul dışına çıkması kendiliğinden değil, Anadolu’nun büyük felaketlerle karşılaşması sonucu olmuştur. Bu dönemde Anadolu’ya açılan edebiyatçılarımız, doğal olarak tanık oldukları olayları hikâyelerinde anlatmışlardır.
Hikâyedeki olay ve kişiler, İstiklal Savaşı dönemiyle ilgilidir. Hikâyeci, kişileri bu tarihî dönemin içinde görüyor. Hikâyeye “İstiklal Savaşı’nda halkın yaşadığı ıstırap ve felaket; Anadolu insanın bu felakete karşı koyması” ile ilgili düşünceler hâkimdir.
Istırap ve felaketin büyüklüğüne karşın, buna karşı koyanlar arasındaki dramatik çatışma ve bunun sonucunda ortaya çıkan ümit ve kararlılık, yazarı da okuyucuyu da etkisi altına alıyor. İçimizi ulvi hislerle doldurarak Anadolu çocuklarına karşı sevgi ve hayranlık duymamızı sağlıyor. Yazar ve hikâyenin kahramanları, aynı sevgi ve ıstırap ortamını paylaşırken bunun doğal bir sonucu olarak okuyucu da bu sıcak sevgi iklimine girmiş oluyor.
“Anadolu hilkat günlerinin ilk devrelerindeki yoksulluk, harabi ve vasıtasızlık içinde idi. Yeni Türkiye’yi inşa edecek millete, yine Hazret-i Âdem’den sonraki devlere benzeyen kudret ve mesai kabiliyeti lazımdı. Evsiz, ekmeksiz, meyus bir halk.. Dünya onların zafer destanını terennüm ederken onlar ölümün gözlerinin içine bakıyorlardı. Memleketi kim yapacak? Nasıl yapacağız?”
Memleketin nasıl kurtulacağını soran yazar, Anadolu insanını yakından tanıdıktan sonra bunun cevabını, “Himmet Çocuk ve ona benzeyen çocuklarla, kahramanlarla...” şeklinde veriyor.
Yazarın kahramanları, yaşanan bütün felakete karşılık, geleceğe büyük bir ümit ve güvenle bakmaktadır. Hüseyin Rahmi’nin “Ecir ve Sabır” hikâyesindeki kahramanlar zamanın içinde donduklarından, onlar için farklı bir gelecek düşünülemez. Halide Edip’in Himmet Çocuk hikâyesinde ise acı çeken insanlarla özdeşleşmekten doğan bir sevinç, sevgi ve hayranlık söz ko-nusudur. Bu da hikâyecinin duyuş ve bakış tarzından kaynaklanmaktadır.
Hikâyecinin Himmet Çocukla karşılaşması, onu yeni bir kahraman bulma düşüncesine götürmüştür. Artık, Himmet Çocuk yazarın gözünde, Anadolu insanını, içinde bulunduğu yoksulluk ve acılardan kurtaracak yeni bir kahramandır. Hikâyedeki temel çatışma ise Himmet Çocuk’un zayıflığına, güçsüzlüğüne rağmen ülkeyi kurtaracak bir kahraman olarak karşımıza çıkarılmasıdır.
Yazar için Himmet Çocuk sembol bir kahramandır. Bu düşüncesini “Hâlâ Türkiye’yi bu Himmet çocuklar yürütüyor.” sözleriyle ifade etmektedir. Bu cümlede “çocuklar” kelimesine getirilen “-lar” çoğul eki bir genellemeyi, yani ülkeyi kurtaracak kahramanları anlatmaktadır.
“Himmet Çocuk” hikâyesi bir röportaj gibi görünse de bu hikâye bir ana düşünceye ve iç yapıya sahiptir. Yazar, Anadolu’da edindiği izlenimleri bir ana düşünce etrafında toplamış ve bunlara bir hikâye düzeni vermiştir. Gerek anlatış tarzı, gerekse dış âlemden alınan izlenimlerin zengin olması, hikâyeye bir yaşanmışlık ve gerçeklik havası katmıştır.
Yazar sonuç olarak, “Bugün Anadolu’da var olan her şey, Himmet çocuk ve onun gibi çalışkan kahramanların çalışmasından, fedakârlığından kalmıştır. Hikâyedeki Himmet Çocuk, yalnızca bir tek çocuk değil, Anadolu’daki binlerce benzerini temsil eden bir kahramandır.” demektedir.
Hikâyede Halide Edip’in Kurtuluş Savaşı dönemindeki Anadolu insanını ve doğasını canlı bir şekilde betimlediğini görüyoruz:
“Anadolu’da hâkim insan değil, tabiattır. Kuytu ormanlar, batak ovalar, sarp keskin yokuşlar, karanlık uluyormuş gibi insanı keserek, dondurarak esen acı rüzgâr...”
“Antalya’dan Burdur’a gelirken, nihayetsiz kar bürümüş, bozuk, taşlı, bir yanı uçurum, bir yanında daima eşkıya gizlenen yokuşlardan tırmanıyorduk. Buralarda arabalar durur, arabacılar bir araya gelir, her arabaya üç dört çift hayvan takarlar. Arabacılar arabanın arkasına omuz verir. Bin türlü acayip sesler çıkararak, teker teker her arabayı yokuşun başına çekerler ve çok zaman da bu kablettarihî vesaitle terleyerek, inleyerek günlerce didişip Çine Ovası’na kadar getirdikleri mallarını eşkıya çeteleri alır götürür, elleri boş geldikleri yere dönerler.”
Yukarıdaki paragraflarda Yazar, Anadolu insanının yazgısını, yoksulluğunu, yaşadığı felaketleri yine Anadolu’nun sert coğrafyası ile birlikte anlatmaktadır. Çünkü bu coğrafya savaşın yol açtığı yıkımların etkisini daha da artırmaktadır.
Halit Ziya ve Hüseyin Rahmi, hikâyelerindeki kişilere dışarıdan tarafsız bir şekilde bakarlarken, Halide Edip hikâyesinde bunun tam aksini yapıyor. O, bir seyirci değil, doğrudan doğruya büyük bir heyecanla hikâyedeki maceraya katılıp en önemli kahramanlardan biri oluyor. Kendini gizlemeye gerek görmüyor. Hikâyenin kahramanlarına karşı duyduğu sevgiyi okurla paylaşıyor. Böylelikle sübjektif ve kişisel bir anlatım tarzını tercih etmiş oluyor. Bu tavır okur tarafından yadırganmıyor. Çünkü anlatılan olay, yazar tarafından görülmüş ve yaşanmıştır.
Şimdi de Halide Edip’in anlatmada, tasvirde, tahlilde takındığı tavrı ve dile yüklediği anlamları görelim:
Sanatçı, hikâyesini bir röportaj havası içinde kaleme almıştır. Anadolu’yu gezerken tanık olduğu olayları, durumları, duyduklarını sanatlı bir dille anlatmıştır. Fakat bunu yaparken gerçeklerden uzaklaşmıyor, çünkü onun tek amacı gerçekleri bütün etkileyiciliği ile ortaya koyabilmektir.
Hikâyenin adı “Himmet Çocuk" olmakla birlikte asıl söz konusu olan bütün bir toplum, yani Anadolu insanıdır. Himmet Çocuk’un kişiliğinde insanımızın, kahramanlığı, ahlakı, cesareti, çalışkanlığı ortaya konmuştur. Servet-i Fünûn hikâyesinde ise kendi kaderini yaşayan insanlara yer verilmiştir.
Yazar, Himmet Çocuk’un şahsında Amerika ve Avustralya’yı imar eden, refaha ulaştıran kahramanı görüyor. Onun vahşi doğa ile mücadele ederek ülkemizi bayındır bir hâle getireceğini anlatmaya çalışıyor. Düşmanla mücadelenin bizi düşmandan kurtaracağını, fakat ülkemizi bayındır bir medeniyet merkezi yapamayacağını vurguluyor. Bunun için nice Himmet Çocukların vahşi doğa ile amansız bir mücadeleye girişmesi gerektiğini hatırlatıyor.
Okuduğunuz hikâyede Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki Anadolu ve Anadolu insanının yokluklar içindeki dramı ortaya konmuştur. Bu dönemde düşman yurttan kovulmuş fakat geriye yanmış yıkılmış bir yurt, ıstıraplar içinde kıvranan bir halk kalmıştır. Halide Edip de görevli olarak gittiği Anadolu’da tanık olduğu olayları ve kişileri hikâyelerinde anlatmıştır.
Hikâyenin bütününde yazarın bir olayı, bir durumu, bir gerçeği canlı bir şekilde betimlerken izlenimci ifadeler kullanmaya dikkat ettiği görülür. Fakat yazar, cümlelerini kurarken gramer kurallarına pek dikkat etmemiştir.
“Herkes, fersiz ve şaşkın gözlerle kamyon denilen canavarın bî-lüzum gürültüsüne bakar.” cümlesinden, “herkesin kamyonun gürültüsüne baktığı” gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Aslında yazar, herkesin kamyonun gürültüsüne değil de “Herkes, fersiz ve şaşkın gözlerle bi-lüzum gürültüler çıkaran kamyona bakar.” demek istemiştir.
“Başımı çevirdim. Küçük, zayıf bir yüzü vardı. Çenesine doğru uzanan ensiz yanağının derileri büzülmüş, çene iskeleti olduğu gibi seçiliyordu. Bu açlık ve yeis içinde başının öyle deruni bir sevimliliği, insanı hayata davet eden bir kudreti vardı ki sordum:” cümlelerinde gördüğünüz gibi yazar insanları vs. durağan değil, dinamik olarak betimliyor. İşin içine duygu ve hayallerini de katmaya özen gösteriyor.
Thank you for visiting our website wich cover about Türkçe. We hope the information provided has been useful to you. Feel free to contact us if you have any questions or need further assistance. See you next time and dont miss to bookmark.